Uluslararası sistem, 1990’lı yıllara kadar devam eden iki kutuplu yapının dengeleri üzerine oturtulmuştu. Sovyetler’in dağılması ile ortaya çıkan boşluğu doldurmaya aday jeopolitik güç olarak İslam’ın potansiyel bir tehdit olarak algılandığını; örneğin, NATO gibi mekanizmalarda, önce kırmızı olarak sembolize edilen düşman kuvvetlerin yeşil olarak değiştirildiğini görüyoruz. “Westfalyan yapı, Batı ve Batı dışı şeklinde tarif edilebilecek bir zıtlığa ihtiyaç duymaktadır.”[1]
Bu zıtlığı, Sovyetler’in çöküşü ile birlikte İslam karşıtlığı ile doldurmak istiyor. Batıda, Sovyetler’den boşalan alanı, İslam’ın dolduracağı yönünde analizler giderek yoğunlaşmaktadır. Bu analizlerden de anlaşılmaktadır ki, günümüzde İslamî kimliğin yayılması, İslam dünyası ile Batı arasındaki ilişkilerin stratejik ve jeopolitik boyutunda giderek önplana çıkmaktadır.[2]
Bu sebeple; “Birçok Batılı gözlemcinin zihninde, dünyanın büyük bölümünde Batının çıkarlarına karşı bundan sonra yürütülecek muhalefetin en muhtemel adayı İslam’dır.”[3] Kısaca 1890 küreselleşmesi döneminde Osmanlı’nın yıkılması ile sonuçlanan İslam-Batı karşılaşmasının, Sovyetler’in çöküşü ile başlayan 1990 küreselleşmesi döneminde tekrar ortaya çıktığı görüşü, hem Müslüman toplumlara, hem de Batılı toplumlara empoze edilmektedir.
Küresel sistemin sözcülerine göre, Müslüman toplumların politik evriminde İslam faktörü giderek baskın hale gelmektedir. Bu kültürel dönüşüm, halk iradesinin üstünlüğünün bir sonucu olarak, bölge rejimlerindeki politik değişimi de kendi yönünde sürükleyecektir. Böyle bir durum, uzun yıllar yapılan siyasî ve kültürel yönlendirmelerle ortadan kaldırılan İslamî dayanışmanın yeniden canlanması anlamına gelecektir. İslam, gerek iç ve gerek dış politikalardaki ilişki biçimlerini yeniden düzenleme sonucunu doğuracak ve Batıyı, şimdiye kadar olduğundan tamamen farklı bir muhatap ile karşı karşıya bırakacaktır. Buysa, bölgede bugüne kadar sistemleştirilen ve Batılı toplumların çıkarlarına yataklık eden tüm mekanizmaları işlemez hale getirecektir. “Batı, bu yeni dünya ortamında, kendi stratejik iradesini düzenli olarak ve kolaylıkla dayatma yeteneğinin”[4] bu yeni muhataplar karşısında gittikçe azaldığını görecektir.
Gerçekten de Müslüman toplumlar, İslam bilinci kazandıkça, gerek bireyler arası ve gerekse toplumlar arası ilişkilerde, gücün değil, hak ve adaletin belirleyici olduğu bireysel ve toplumsal bir duruş kazanacaklardır. “Batı ile ilişkilerinde eşitlikten, karşılıklı saygıdan, hatta meşru bir ticari çıkar dengesinden söz edilemeyeceğini, bu ilişkinin özünde bir sömürge ilişkisi olduğunu pekala bilmektedirler.”[5]
Artık Müslüman ülkelerdeki siyasî yapılanmaların, bölge halkının çıkarlarına göre değil, uluslararası tekellerin çıkarlarına göre tasarlandıkları ve yerli işbirlikçiler aracılığı ile ayakta tutulduklarına dair halk kitlelerinin idraki gün geçtikçe yükselmektedir. Bu idrak, güce dayalı, adil olmayan uluslararası ilişki biçimine karşı çıkan ve küresel boyutlar kazanabilecek bir toplumsal muhalefeti beslemektedir. Bu toplumsal muhalefetin politik sürece aktarılarak, temsil makamına gelmesi ile uluslararası sistemin güce, istismara dayalı politikaları zora girecektir. Karşılıklı olarak birbirleri hakkında danışıklı korku hikayeleri üreterek dünyayı aralarında paylaşan ve kendi alanlarında kalan toplumları, (ki buna bizzat Batılı toplumlar da dahildir) istedikleri gibi sömüren iki kutuplu güçlerden birinin sahneden çekilerek, yerini İslam’a bırakmasıyla, “gücün yerine adaletin küreselleşmesi” gündeme gelecektir.
Bu gerçeğin farkında olan küresel tekeller, İslamafobi’yi yayarak, geniş kitleleri provoke etmektedirler. Adaletin küreselleşmesi için gerekli normların ve mekanizmaların oluşturulmasını gündeme getirecek olan İslam, sadece İslam toplumlarını değil, bugün dünya nüfusunun yüzde seksen gibi bir oranını temsil eden bir misyona sahiptir. Çünkü güce dayalı uluslararası üst sisteme karşı verilecek mücadelede, İslam’ın jeopolitik gücü, sadece İslam dünyası ile sınırlı olmayan, bütün insanlığı kuşatan adaletinden kaynaklanmaktadır. İslam dünyasının dışında kalan mağdur milletler ve küresel sistem tarafından kitlesel üretim ve tüketim nesnesine indirgenmiş olan bizzat Batılı toplumlar da böyle bir mücadelede İslam adaletinin çekim alanında kalacaktır. Yeter ki, uluslararası üst sistemin en çok mağdur ettiği İslam dünyası böyle bir mücadelenin öncülüğünü yapacak bir dayanışmayı inşa edebilsin... Çünkü yeni dönem “İslam-Batı” değil, “İslam-küresel sistem” yani güç-adalet karşılaşması olacaktır. Daha açık bir ifade ile bu karşılaşmanın “Doğasını belirleyen önemli etkenlerden biri, hatta belki de birincisi kültürdür.”[6]
Güç ve çıkar kültürü ile hak ve adalet kültürü... Güç ve çıkar kültürü, dünyaya hükmetmek; bu doğrultuda oluşan küresel statükoyu devam ettirmek istiyor; İslam ise küresel adalete önderlik etmek istiyor. Gerçekten de, bugün insanlığın karşı karşıya bulunduğu en büyük çıkmazı, bilim ve teknolojinin güçlü kıldığı ve azmanlaştırdığı küresel yapıları; “adil” kılacak ve “insancıllaştıracak” bir kültür ve uygarlık anlayışından çok uzak bulunuşudur. Küreselleşmiş Batı kültürünün temel açmazı, pozitif bilimlerin iyiye de, kötüye de kullanılabilir doğasına karşı, bu bilimlerin iyiye kullanımını sağlayıcı manevî muhtevadan yoksunluğudur. Bu yoksunluğu sebebiyle Batı bilim anlayışı, değer üretememekte, güç ve hegemonya üretmektedir. Batılı güvenlik algısı da bu güç ve hegemonyayı korumaya odaklanmaktadır.
İslam’ın güç ve hegemonya yerine adaleti küreselleştirme misyonu, mevcut çıkarcı küresel sistem tarafından bir karşı saldırı olarak algılanmaktadır. Bu sebeple yeni dönemde İslam’a karşı uluslararası üst sistemin uzantısı olan yerel sistemlerin ve bu sistemlerin muhafızlarının harekete geçirilmesi beklenen bir şeydir. Nitekim, “2000 Mayıs’ında hazırlanan Bush doktrininde; ‘Bizim uzun vadede hedefimiz Hazar ve Ortadoğu’daki petrolü ele geçirmek değil. Bölgede bizim dünya üzerinde kurduğumuz hegemonyaya meydan okuyacak alternatif bir paradigma var. Bu paradigma tehlikeli boyutlar kazandı. Bizim bunu engellememiz lâzım’ deniliyor. İslam’ı kastediyorlar.”[7]
Afrika üzerine yaptığı araştırmalarıyla tanınan Amerikalı kadın gazeteci-yazar Elizabeth Liagin, Impact International dergisinde, ABD’nin küresel savaşını değerlendirdiği ropörtajında; “Bush’un 17 Eylül Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde de açıkladığı gibi, Amerikan dış politikasının tek gayesi; uluslararası arenada ABD’nin politik, ekonomik ve diplomatik gücünü by-pass edecek, onun bu gücüyle yarışacak, ona denk veya eşit bir gücün oluşmasına imkan vermemektir.”[8]
Time dergisindeki bir makalesinde eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger aynı gerçeği şöyle ifade etmektedir:
“Asıl önemli sorun, gelişmekte olan dünyada, özellikle Ortadoğu ve Afrika’da Batı yanlısı rejimlerin yıkılmakta olmasıdır. Bu olgu, Mısır, Fas ve hatta İsrail’i bile etkileyebilir. Bölgedeki radikal akımlar büyük tarihsel değişmelere yol açacaklardır. Bizi tehdit eden büyük tehlikeyi görüp kararlı davranmazsak, bu gelişimi engelleyemeyiz.”
Toynbee de aynı endişeleri dile getirmektedir:
“Panislamizm uykudadır, ne var ki, Batılılaşmış dünyanın proleter kalabalığı Batı sömürgeciliğine karşı ayaklanıp anti-Batıcı bir hareket oluştururlarsa, uyuyan devin uyanabileceğini hesaba katmak zorundayız. Bu çağrının, İslam’ın militan ruhunu—kış uykusuna yatmış gibi görünüyorsa da—uyandırıp zafer dolu bir çağa yöneltmede, hesap edemediğimiz etkinlikleri olabilir.”[9]
“Batılı gözlemciler İslam dünyasındaki İslam kimlikli hareketlerle özellikle ilgilenmeye başlamışlardır. İslam’ın uyanışı, statükoyu kendi çıkarları doğrultusunda muhafaza etmek isteyen Batılı emperyalist güçler için bir korku kaynağıdır. Çünkü vahşi çıkarlarına engel tek kurumun “İslam dayanışması” olduğunun bilincindedirler. Yeryüzündeki müstazaflar (sömürülenler) adına ortaya çıkacak anti-emperyalist ve dayanışmacı bir İslam, mevcut güçler dengesini alt üst edecektir.”[10]
İslam, küresel ve yerel uzantıları paravan tekellerin, toplumları bir tüketim pazarı olarak istismarına imkan tanımayacaktır. Küresel ölçekte adil bir ticarî ilişki çerçevesinde bir uluslararası pazar oluşturacaktır. “İslam, devletin ve toplumun yoksullar da dahil bütün sınıfların toplumsal çıkarlarını içine alan belli ahlakî, sosyal, dinî hedefler doğrultusunda örgütlenmesini öngörür.”[11] Bu, yerel devlet ve toplumları, uluslararası tekellerin istismarcı politikalarının uygulanmasına aracılık etmeye elverişsiz bir yapıya kavuşturmaktadır. Gerçekten de, İslam’ın insan karakterinde yerleştirdiği değerlerin sosyo-politik yansıması, adaletsizliğe ve yabancı hakimiyeti anlamı taşıyan hiçbir şeye boyun eğmez bir fert ve toplum karakteri ortaya çıkarmaktadır. Bu yapıda, ellerinde hiçbir güç bulunmayan Müslüman halklara direnmek için İslam imanı kafi gelmektedir. İslam, her hal ve şartta, birey ve toplumlara bu yabancı hakimiyetine ve istismarına karşı koyma ve başkaldırma gücü kazandırmaktadır.
Üstelik “İslam’ın güçlü uluslararası kültürel bağları, ona bir uluslararası dayanışma yeteneği de kazandırmaktadır.”[12] İslam dünyasında ortaya çıkabilecek “İslamî dayanışmayı temel alan” bir ya da birden fazla yapı, uluslararası tekellerin gücü karşısında daha yeterli ve dengeleyici bir İslamî tavrın gelişmesinde katalizör vazifesi yapacaktır. Yine Müslüman ülkelerin kaderini küresel güçlerin ellerine teslim eden uluslararası olaylar, her şeyden önce, hoşnutsuzlukları billurlaştıracak, bu da Ortadoğu’daki askeri kurumlarda bir birikime yol açabilecektir. Böylece İslamî kimliğin kendini ifade etmesi için beklenmedik kanallar ortaya çıkacak ve bunlar ansızın, kritik siyasî dönüm noktalarında beklenmedik misyonlar üstlenebilecektir. Elbette böyle bir durum, uluslararası sistemi sadece, askeri alanda değil, kültürde, ekonomide, ticarette, bilim ve teknolojide de rekabet eden ve giderek bloklaşma eğilimi gösteren zor bir muhatap ile karşı karşıya bırakacaktır.
Geniş İslam coğrafyasının bugüne kadar kullanılan şuursuz tüketici kitlelerini ve stratejik hammaddelerini uluslararası tekellerin kullanımına elverişsiz hale getirecek böylesi bir tehlike... İşte uluslararası sistem bu yeni muhataptan korkmaktadır. Bu sebeple, uluslararası sistem, İslam’a karşı yerel ve küresel önlemler almaktadır. İslam’ı yerelde irtica ve terör ile ilişkilendirmekte ve yerel mekanizmalar İslam aleyhine harekete geçirilmektedir. Küreselde İslam’ı terör silahını kullandığı bir medeniyetler çatışmasının aktörü olarak göstermektedir.
“Müslüman dünyanın yaşanan gerginlikler bağlamında birer terör odağı olarak resmedilmesi, aslında Batıda geleneksel olarak varlığını sürdüren İslam algısından bağımsız bir şekilde işlememektedir. Bu birbirini takviye eden ilişkiler ağı içinde medeniyetler çatışmasının doğması bugün (Batıda) artık popüler bir beklenti haline dönüşmüştür. Tek kutuplu dünyanın var olan gerçekliği içinde İslam ve Müslümanlar, küreselleşmenin dayattığı entellektüel, kültürel ve ekonomik blokajlar karşısında yer yer kendi referanslarıyla bile ilişkilendirilmesi olanaksız tepkiler verebilmektedirler. Ne var ki bu tepkiler de, yine benzersiz bir şekilde İslam karşıtı söylemleri tahkim etmeye yaramaktadır.”[13]
Uluslararası sistem, İslam’ın karşısına, yine kendi kurguladığı, dünya ölçeğinde bir terör ve kaos menbaı olan bir İslam’ı (!) rakip olarak çıkarmak istemektedir.
Batının tasavvurundaki İslam, siyasal İslam veya ılımlı İslam gibi kavramlarla ifade edilmektedir. Oysa, İslam, bireylerin ve toplumların sürekli değiştiği bir alanda, katı, değişime kapalı bir ideolojik proje sunmaz. Sadece, değişimin doğrultusu ile ilgili ilkeler ortaya koyar. Gerçek İslam siyasete veya ideolojiye görelileşmiş, insanlığın kalan kısmını ötekileştirmiş bir İslam değildir. Gerçek İslam, adalet-i izafiyeyi; yani bir özneye görelileşmiş adaleti değil, adalet-i mahzayı; yani sırf adaleti temsil etmektedir. Bu sebeple, küresel statüko güçlerince propaganda edilenin aksine, İslam’ın küresel aktör haline gelmesi tarihin sonu değildir. Bir medeniyetler çatışması hiç değildir. Adalet-i mahzanın küreselleşmesi için, bütün medeniyetlerin ittifakını ve dayanışmasını sağlama yolunda, insanlığın biricik şansıdır.
Yusuf ÇAĞLAYAN - DARBECİ KUŞATMA (Son kısımdan alınmıştır)
[2] Fuller, 1996:157.
[3] Fuller, 1996:3.
[4] Fuller, 1996:164.
[5] Fuller, 1996:79.
[6] Fuller, 1996:145.
[7] Kaplan, 2004.
[8] Liagin, 2003.
[9] Toynbee, 1980:201.
[10] Canatan, 1995:86,87.
[11] Fuller, 1996:81.
[12] Fuller, 1996:144.
[13] Subaşı, 2007:163.