WWW.AHMETTURKAN.COM.TR

ZAMAN HER ŞEYİ ANLATIR

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır

ÖNCE İNSAN

e-Posta Yazdır PDF

ÖNCE İNSAN

SONRA KADIN VE ERKEK

Esas Konu Mahremiyet ve Helal Dairesi

Hazırlayan

Ahmet TÜRKAN

MBA

TEMMUZ – 2021

GİRİŞ

Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır diyor Bediüzzaman Said Nursi. Cinsel manada güzele bakmak sevap değil hüsnü zanla yani güzel gözle bakmak belki kabul edilir. Gözleri dikip delici bakışlar ile süzmenin neresi güzele bakmak olarak değerlendirilebilir. Salgın sebebi ile dilimize pelesenk olan “Sosyal Mesafe” kavramı aslında iletişim teknikleri açısından nasıl kavranmalıdır. Sosyal mesafe sadece Covid salgınından korunmak için değil, mahremi olmayan kadın ve erkeklerin her zaman dikkat etmeleri gereken ahlaki bir mesafe olarak hayatımızda yer almalı, sosyal mesafe aynı zamanda ahlaki mesafe kavramının içinde yer almalıdır. Covid’in bize öğrettiği sosyal mesafe kavramı daha sonra hayatımızdan çıkarılmamalıdır. İstanbul Sözleşmesinin nihayet bulması, hayatımızdan ve kanunlarımızı yıpratıcı etkisinden sıyrılmaya çalıştığımız bu günlerde böyle bir çalışmayı yapmayı elzem gördüğümden aslında ne idik nerelere savrulduk sorularına da cevap verebilmek adına değerli okuyucularıma takdim ediyorum.

Anahtar Kelimeler: Mahremiyet, Kadın, Erkek, İstanbul Sözleşmesi, Sosyal Mesafe, Sadakat

 

ÖNSÖZ

Global dünyanın içinde “kah serradan süreyyaya, kah süreyyadan serraya” yuvarlanan insanlık hiç olmadığı kadar sosyal ve ahlaki buhranlar içinde kıvranmaktadır. Doğu toplumlarına göre iktisadi açıdan belli bir refah seviyesi yakalamış olan batı toplumları, yaşadıkları refah seviyesinin tam tersi bir durumla; ahlaki, sosyolojik ve psikolojik buhranlara yakalanmış ve bir sarmala dönüşen yaşamlarının sonu pek çok görsel ve yazılı kaynaklardan edinilen bilgilere bakılacak olursa, hüsran ile sonuçlanmaktadır. Sosyal statüler maalesef insanları mutlu etmemekte, farklı kimlik arayışları içinde kaybolup gitmektedirler.

Yıkılan aile kavramı, yok olan insanlık tanımları ahlak ve erdem anlayışları sari hastalık halini almıştır. Ülkemiz bir yanlıştan geç te olsa dönmüştür. Bu çalışma hayatları karartan, toplumu ifsat eden İstanbul Sözleşmesinden çıkmamızı eleştirenlere bir cevap niteliğinde hazırlanmıştır.

Biz aslında ne idik, nerelere savrulduk, nasıl toparlanacağız. Dilimiz döndüğünce kalemimizin yazdığı kadar, izan sahiplerine sunmak istiyoruz. Kimseye akıl vermek haddimize değil, lakin elimizde deliller var.

 

İNSAN NEDİR

Arapça ins kelimesinden türetilmiştir. “Beşer, insan topluluğu” anlamına gelen ins, daha ziyade insan türünü ifade etmekte olup bu türün erkek veya dişi her ferdine insî/enesî yahut insân denmektedir. Kelimenin aslının “unutmak” mânasındaki nesyden insiyân olduğu da ileri sürülmüştür. Böyle düşünenler İbn Abbas’a nisbet edilen, “İnsan ahdini unutması sebebiyle bu ismi almıştır” şeklindeki rivayete dayanırlar. Bu kelime üns masdarı ile de irtibatlandırılmıştır. “Alışmak, uyum sağlamak” anlamına gelen üns Türkçe’de ünsiyet olarak kullanılmaktadır. Teennüs “insan olmak” mânasına gelirken isti’nâs “cana yakın olma, vahşi hayvanın evcilleşmesi” anlamı taşımaktadır. Nitekim enes vahşetin karşıtıdır. Ayrıca insânü’l-ayn tabirinin “göz bebeği” anlamına gelmesi dikkat çekicidir (Cevherî, III, 904-906; Lisânü’l-ʿArab, “ins” md.). Râgıb el-İsfahânî ins kelimesini cinnin, üns kelimesini de “ürkmek” anlamındaki nüfûr masdarının karşıtı olarak gösterir. Müellife göre insana bu ismin verilmesi, hemcinsleriyle birlikte uyum halinde yaşayabilmesiyle ilgilidir; insanın “yaratılışı itibariyle sosyal varlık” olarak tanımlanması da bundan ötürüdür (el-Müfredât, “ins” md.).

Kur’ân-ı Kerîm’de altmış beş yerde insan, on sekiz yerde ins, bir yerde de insî geçmektedir. Ayrıca bir âyette enâsî, 230 yerde nâs şeklinde çoğul olarak yer almaktadır. Kur’an’da insan bütün yönleriyle ele alınmış, konuyla ilgili âyetler onun yaratılışı, mahiyeti ve gayesini bir bütünlük içinde temellendirmiştir. İnsan türünün ilk örneği kabul edilen Hz. Âdem’le ilgili olarak zikredilen âyetlere göre Allah onu “iki eliyle” yaratmış, yani ilk insan özel bir yaratışla varlık alanına çıkarılmıştır. Aslı topraktan olan bu gelecekteki yeryüzünün hükümranına Allah “ruhum” dediği varlık ilkesinden bir soluk üflemiş, ona “isimlerin tamamını” öğreterek bu isimlerin gösterdiği varlık şemasını kavratmış, nihayet meleklerin insana secde etmesini istemiştir. İlk insanın eşiyle birlikte cennetten çıkarılış öyküsü bir yandan insanın zaaflarına, öte yandan sonunda yeryüzünde halife kılınacak olan bu seçkin varlığın kaderine işaret etmektedir (el-Bakara 2/30-31; en-Nisâ 4/1; el-A‘râf 7/11; el-Hicr 15/26-31; el-Ahzâb 33/72; Sâd 38/71-73).

İnsanın aslî örneğinin yaratılması herhangi bir insan ferdinin varlık sahnesine çıkması gibi olmamıştır. Ancak Kur’an, erkek ve kadının cinsel ilişkisi ve döllenmenin gerçekleşmesiyle başlayan tabii süreçten de bahseder ve bu sürecin taşıdığı anlamlar üzerinde durur. Âyetlerin sıkça vurguladığı husus, bu tabii sürecin her aşamasında ilâhî irade ve yaratıcı kudretin onun gelişmesini belirlediği gerçeğidir. Yer yer, insanın kendini âdeta tanrılaştırıp yaratıcısını unutma ve inkâr etme eğilimi karşısında onun “önemsiz bir su”dan yaratıldığı (el-Mürselât 77/20), henüz ruh-beden ilişkisi gerçekleşmeden önceki evrede kendisinin anılmaya değer bir varlık olmadığı, ancak anılabilecek varlık seviyesine Allah tarafından çıkarıldığı (el-İnsân 76/1) hatırlatılır. Âdem’in topraktan, sonraki süreçte onun çocuklarının “önemsiz bir su”dan yaratılmış olması, insana yeniden dirilmeyi mümkün görmesi için yeterli birer delildir. Kupkuru toprağa su indirerek can veren kudret elbette insanı yeniden diriltmeye de muktedirdir. Sonuç olarak insan, tohumun ağaca yürümesinde olduğu gibi “nutfe → alaka → mudga” aşamasından başlayarak iskelet ve kas sistemleri dahil mükemmel bir organizmaya nasıl dönüştüğü üzerinde düşünmeli ve hükümranlığı elinde tutan rabbini tanıyıp nihaî dönüşün O’na olacağının bilincinde olmalıdır (el-Hac 22/5; el-Mü’minûn 23/12-15; el-Furkān 25/54; Fâtır 35/11; ez-Zümer 39/6; el-Mü’min 40/67; en-Necm 53/45-46; el-Vâkıa 56/57; el-Kıyâme 75/37; el-İnsân 76/1-3; el-Mürselât 77/20-23; Abese 80/18-19; et-Târık 86/5; el-Alak 96/1-2).

Kur’an’ın insana dair diğer önemli bir beyanı da insanın yeryüzünde halife olarak görevlendirilmesiyle ilgilidir. Ağırlıklı yoruma göre hilâfet, esas itibariyle yeryüzünü imar ve ıslah görevi olup insan bu görevin gerektirdiği güçlerle donatılmıştır. Halife kelimesinin sözlük anlamının da işaret ettiği gibi artarda gelen nesiller boyunca insan bu görevin yükümlülük ve sorumluluğu altındadır. İnsana iyilik ve kötülüğü kavrayıp bunlardan birini seçme yeteneği verilmiştir; bu sebeple insan kendini sorumlu kılmaya yetecek bir özgürlüğe sahiptir. Olayları gözlemlemesi ve değerlendirmesi için ona göz, kulak ve kalp (akıl) verilmiş, kendisine doğru yol gösterilmiş, böylece değerlerin bilincine varmasını ve onlardan ahlâk kanununun buyurduklarını, aynı zamanda son tahlilde kendisinin de iyiliğine olanları seçmesini sağlayacak şekilde donatılmıştır. İnsanın böyle bir görevle yükümlü olması, bu önemli emaneti yüklenmiş bulunması, onun yeryüzündeki varlığının temel anlamlarından birini ifade eder. Bu görevi yerine getirme sürecinde aşması gereken en önemli engel yine insanın kendisidir. Çünkü onun imtihan varlığı olmasının bir gereği olarak nankörlük, geçici hazlara düşkünlük, cimrilik, umutsuzluk, unutkanlık, böbürlenme, acelecilik, gerçeğe karşı direnme, inkârcılık vb. zaafları bulunmakta olup ahlâkî gelişim sürecinde bu zaaflarını yenmeyi öğrenmelidir. Özünde en güzel şekilde yaratılan insan, bunu başaramadığı zaman aşağıların aşağısına düşmeye mahkûmdur. Unutulmaması gereken bir hususda, dünya hayatının geçici olduğu ve ölümün kaçınılmazlığı karşısında insan için en akıllıca işin bu yeryüzü sınavını başarıyla geçme çabası içinde bulunması gerektiğidir (Âl-i İmrân 3/14; Hûd 11/9-11; Yûsuf 12/53; en-Nahl 16/4; el-İsrâ 17/83,100; el-Enbiyâ 21/34-35, 37; el-Mü’minûn 23/78; el-Mülk 67/23; el-Kıyâme 75/20-21; eş-Şems 91/7-10; el-Leyl 92/4; et-Tîn 95/4-6; el-Âdiyât 100/6-8).

Hadislerde de insana dair çeşitli açıklamalar mevcuttur. Her şeyden önce Hz. Âdem’in beşer türünün müşterek atası olduğu vurgulanmış (Buhârî, “Tevḥîd”, 38), çok sayıda ayette geçtiği gibi hadislerde de “ins” kelimesiyle ifade edilen beşer türü “cin” denilen gizli türle birlikte zikredilmiştir (el-Muvaṭṭaʾ, “Eşribe”, 15; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 102). Her insanın fıtrat üzere doğduğunu ifade eden hadis (Müslim, “Kader”, 25), bu türün Allah karşısındaki konumunu belirleyen kendine has yaratılışına işaret etmektedir. İnsanın aceleci ve tartışmaya eğilimli olduğuna ve aç gözlülüğüne atıfta bulunan hadisler (Buhari, “Tevḥîd”, 31, 36; Müslim, “Îmân”, 326, “Cihâd”, 81) aynı hususu ifade eden âyetlerle tam bir uyum içindedir. İnsanın ancak zaaflarını aşmaya yönelik amelleriyle mübarek kılınacağını vurgulayan hadisin (el-Muvaṭṭaʾ, “Veṣâyâ”, 7) belirttiği yükselişinin sınırı, bizzat Hz. Peygamber’in dahi bir beşer olduğunu vurgulayan hadislerle (Buhârî, “Ḥiyel”, 10, “Ṣalât”, 31, “Aḥkâm”, 20) birlikte düşünülmelidir.

Önde gelen bazı müfessirlerin yorumlarına göre Kur’an’da yer alan insanın topraktan yaratılmış bir varlık olduğu hususu, onun cismanî bünyesi dışında bir ruha sahip olduğunu göstermek içindir. Bu gerçek insanı, canlılığa en uzak olan nesneden yaratılmasına rağmen, diğer canlı türlerinin de üzerine çıkan ve beşer adını alıp yeryüzüne yayılan kendi türünün yaratıcısını, O’nun sonsuz kudretini kavramaya götürmelidir. Nitekim yalnızca Âdem’in değil her insanın organik varlığının netice itibariyle toprağa bağımlı olduğu unutulmamalıdır. “Ona ruhumdan üfledim” (el-Hicr 15/29; Sâd 38/72) meâlindeki âyetin anlatmak istediği gerçek de Âdem’in şahsında insan türünün bütün fertleri için söz konusudur. Ancak bu beyan, ontolojik bir olguyu ifade etmeyip tıpkı “Allah’ın evi” terkibinde olduğu gibi şereflendirme ve amaç belirtme mânası taşıyan mecazi bir anlatımdır. Aksi halde ifadenin lafzî yorumu hıristiyanların Hz. Îsâ için söyledikleri “Allah’ın ruhu”, dolayısıyla “Allah’ın oğlu” iddiasına haklılık kazandırır (Fahreddin er-Râzî, XXV, 107-108,173-174). İnsanın neden ve nasıl yaratıldığına dair bilgi veren âyetlerin bir başka amacı, öldükten sonra dirilmeyi inkâr temayülü karşısında onun kayda değer olmayan bir beden atığından meydana getirildiğini hatırlatmaktır. Tekrar diriltileceğinden ve sorguya çekileceğinden şüphe eden kâfirlere karşı insanın toprak, nutfe, alaka, mudga aşamalarından ve çocukluk, erginlik, yaşlılık dönemlerinden nasıl geçtiğinin anlatılması yeniden dirilmeye ikna amacı taşımaktadır. Kuru toprağı yağmurlarla sulayıp bağrında bitkiler bitiren kudret, insanın yaratılış sürecinde de aynı şekilde kendini göstermektedir; bu kudret insanı yeniden diriltmeye de kādirdir (Taberî, XVII, 89-91; XVIII, 6-9; XXX, 91).

Kur’an’daki açıklamalara bakarak insanın maddî ve ruhî hayatını başlıca dokuz evreye ayırmak mümkündür. Çamurdan süzülmüş hulâsa (sülâle) ilk aşama olup aynı zamanda maden, bitki ve hayvan oluşumlarının da esası olan fiziksel ve kimyasal süreçleri ifade eder. Rahimde karar kılan nutfe aşamasında döllenme gerçekleşir. Alaka aşamasında oluşum halindeki canlı rahime tutunmuş, asılmış durumdadır. Mudga denilen dördüncü aşamadan sonra çeşitli organlar belli belirsiz oluşmaya başlar. Beşinci aşamada kemik, altıncısında kas sistemleri oluşur. Yedinci evrede artık insan organizmasının gelişimi en güzel yaratılmış haliyle tamamlanmıştır. Sekizinci evrede ölüm, dokuzuncu ve son evrede öldükten sonra diriliş gerçekleşir (Elmalılı, V, 3431-3437; krş. Fahreddin er-Râzî, XXIII, 6-10; bk. ÂDEM).

İnsanın dünyaya gelişini sağlayan embriyolojik süreçlerle ilgili olarak âyetlerde zikredilen hususlara doğrudan doğruya modern bilim açısından da yorumlar getirilmiştir. Buna göre nutfe kelimesinin erkek için ifade ettiği anlam meni sıvısı içindeki sperm iken dişi bakımından yumurtadır. Karışık nutfe ise (nutfe emşâc) döllenmiş yumurtaya (spermatozoit) tekabül eder. İnsanın yaratıldığı sıvı ister meniyi ister döllenmiş yumurtayı ifade etsin, husyeler olsun yumurtalık olsun, Kur’an’ın beyanına göre bel kemiğiyle eğe kemiği arasındaki bir bölgeden (et-Târık 86/5-8) beslenmekte olup kan dolaşımı ve sinir sistemi dolayısıyla burası ile doğrudan irtibatlı olan organlardır. Kur’an’da geçen alaka kelimesi spermatozoit sonrası aşamayı, yani döllenmiş yumurtanın rahim cidarına asılması yahut tutunması ve etrafında bir kan havuzcuğu oluşması aşamasını ifade etmektedir. Mudga aşaması ise hamileliğin yedinci haftasında başlar. Önce bir parmak boğumu uzunluğunda ve et parçası görünümünde olan mudga daha sonra 7 santimetreye kadar büyür. Bu aşamada başta kalp olmak üzere beyin, göz, kulak, burun gibi organların oluşumu tamamlanır, sinir sistemindeki gelişim hızlanır, kol ve bacak çıkıntıları belirir. Gelişim böylece devam ederken hassas organları koruyacak şekilde kemikler oluşur ve yavaş yavaş üzerlerini kas sistemi bürümeye başlar. Âyette zikredilen “üç karanlık” (ez-Zümer 39/6) rahim içinde olup cenini saran ve “amniyon, koriyon, decidua” denilen üç zarı ifade etmektedir (Muhammed Ali el-Bâr, s. 37, 40-41, 49, 84-86, 105-107, 160-164; ayrıca bk. Bucaille, The Bible, the Qur’an and Science, s.198-207).

Kur’ân-ı Kerîm’in, insanın menşeiyle ilgili olarak yalnızca tıp biliminin tespit ettiği embriyolojik aşamalara değil paleontolojiyle genetik biliminin incelediği, insan türünün ortaya çıkışıyla ilgili tabiat tarihi boyunca yaşanmış morfolojik dönüşümlere de işaret ettiği ileri sürülmüştür. Kur’an’la bilim arasında tam bir uzlaşmanın bulunduğu teziyle tanınan Maurice Bucaille’in ortaya koyduğu bu görüşler, Darwinci evrim teorisinin insanın kökeniyle ilgili açıklamalarına karşı, Kur’an’daki “tavırlar” (Nûh 71/14) ve “tebdîl” (el-İnsân 76/28) gibi tabirlere yaratıcı evrim teorisi açısından anlam vererek insan türünün ortaya çıkışını bu türün ilk örneklerinin yaratılmış olduğu, fakat kendi içinde paleontolojinin işaret ettiği bazı dönüşümler (atvâr) geçirdiği teziyle açıklamaktadır. Buna göre morfolojik dönüşüm fikrini genetik biliminin son verileri de desteklemektedir. Ancak böyle bir yaratıcı evrim anlayışının insanın gelişkin maymunların evrimleşmesiyle meydana geldiğini ileri süren Darwinci teoriyle bir ilgisi bulunmamaktadır (Bucaille, İnsanın Kökeni Nedir, s. 233 vd.).

İnsanın tek bir nefisten (en-Nisâ 4/1) yaratılmış olması, bir yandan ilk insan prototipinin yaratılış aşamasına işaret ederken öte yandan bununla bütün insanlığın ortak ana babadan geldiği hatırlatılarak onlara kardeşçe yaşamaları gerektiği telkin edilmektedir. Buna göre aynı türden ve kökten gelen insanların soy sopla övünmesi anlamsızdır. Genellikle buradaki “nefis”ten Hz. Âdem’in kastedildiği belirtilir. Ancak ilgili âyetin, “Eşini de ondan yarattık” kısmını “onun cinsinden” şeklinde anlamlandıranlar da olmuştur. Bu durumda Hz. Havvâ, ilk insanın bedeninden değil onun da aslı olan topraktan var edilmiş olmaktadır (Fahreddin er-Râzî, IX, 161; XVIII, 136-138; XXV, 110-111; ayrıca bk. Taberî, IV, 149; XXIV, 88-89).

Diğer canlılar arasında insanın yerine gelince Allah’ın âdemoğlunu şerefli kıldığını belirten ifade (el-İsrâ 17/70), insanın çeşitli güç ve yeteneklerle donatılıp diğer varlıkların onun hizmetine verilmesiyle şerefli kılındığı anlamına gelmektedir. İnsanın hem aklı hem tutkularının olması, melekler ve hayvanların da bulunduğu varlık mertebelerinde ona mümtaz bir yer sağlamaktadır. Bu özelliğiyle insan, bir yandan en güzel yaratılmış olmakla övülürken öte yandan ahlâkî ve mânevî düşüş tehlikesiyle de karşı karşıya bulunmaktadır (Fahreddin er-Râzî, XXI, 12-16; XXXII, 10-11, 86-87). Buradan hareketle insanın yüklendiği bildirilen emanet de mükellefiyet olarak yorumlanmaktadır. Emaneti başka varlık türlerinin değil insanın yüklenmiş olması, onun güç ve ulviyetinin yanında tabiatının emanete riayet etmeme eğiliminde olan zalim ve cahil tarafını da göstermektedir.

İnsanı konu edinen çeşitli antropolojik yaklaşımlar farklı bilimsel ve felsefî teoriler halinde gelişmiş ve insan gerçeği hakkında modern tartışmaların zeminini hazırlamıştır (Mengüşoğlu, s. 8-9). Antropoloji tarihinde ilk defa Kant, anlamlı bir antropoloji için ön şart olan insanın otonomluğu kavramını ortaya atmış, ardından insanın bir tek yönüyle ele alınmasına bir tepki olarak ontolojik temellere dayalı yeni bir felsefî antropoloji akımı doğmuş, bu akım insanın insan olarak somut bütünlüğü içinde incelenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Buna göre ne biyopsişik bütünlükten kopmuş bir beden ne de ondan ayrı kendi başına duran bir ruh vardır; insan ruh ve beden olarak ikiye bölünmeden kendi varlık şartları ile birlikte kavranmalıdır. Bu da insanın kendi bütünlüğü içinde bilen, yapan, eden, değerleri olan, tavır takınan, özgür olan, önceden görüp tayin eden ve inanan varlık olduğunu kabul etmek demektir. Ancak bütün bunlar, insanın ne yalnızca biyolojik ne de yalnızca psişik varlığına indirgenerek açıklanabilir (a.g.e., s. 287-288).

İslâm’ın değerler sisteminde de insan kendi bütünlüğü içinde ele alınmıştır. Ancak Kur’an, dinî söylemin tabiatına uygun biçimde insanı ontolojik açıdan tanımlayıp evrendeki yerini belirlemekle kalmaz, onun var oluş amacını da ortaya koyar. Burada her şeyden önce insanın gerek biyopsişik varlığı gerekse özgür iradesi ve aklıyla öteki canlılardan üstün kılındığı belirtilir. Böyle bir varlık oluşu onu bilgi ve kültür üreten, teknik icat eden ve medeniyet kurabilen yegâne varlık haline getirmektedir. Ancak İslâm açısından problem, insanın bu güç ve imkânlarını hangi değerler istikametinde kullanacağı, dolayısıyla âkıbetinin ne olacağıdır. İnsan, seçiminde özgür olduğuna göre onun özgürlüğünü anlamlı kılacak olan sorumluluk fikridir. İnsana seçiminin sonuçlarıyla ilgili olarak hesap soracak otorite, onu belli bir görevle imtihan etmek üzere yeryüzüne indiren yüce kudretle aynıdır. Bu otorite insanı bu görevle yükümlü ve sorumlu kılmıştır. Yükümlülük sorumluluğu, sorumluluk da yaptırımı gerektirmektedir. Temelde bu yaptırımları koyan da aynı otoritedir. Dolayısıyla insanın Kantçı anlamda otonom bir varlık olduğunu söylemek, onun değerleri kavrayan bir akla ve onlardan istediğini seçen bir özgürlüğe sahip olması anlamında doğrudur; fakat insanın temel ahlâkî değerleri ve yaptırımları belirleyen, yükümlü kılan ve ahlâkî ödevden dolayı sorgulama yapacak olan nihaî otorite sayılması anlamında doğru değildir. İslâm mâneviyatında ahlâkî otoritenin ilâhî olması insanın yaratıcısının Allah olduğu inancıyla ilgilidir. İnsanı ve onun tabiatını en iyi tanıyan Allah olduğuna göre onun varlık şartlarının bütünlük ve realitesine en uygun olanı da Allah bilir ve temel değerleri buna göre belirleyerek kuralları koyar. Bu değerlerin yöneldiği insanî varlık alanı ne yalnızca beden ne ruh ne de akıldır; belli bir gayeler hiyerarşisi içinde bunların hepsidir. İnsanın bu değer ve kurallarda kendisi için öngörülmüş hikmeti, iyiliği ve gerekliliği aklıyla kavraması, kendisine fıtrî olarak verilmiş iyi-kötü fikri sayesinde mümkündür. İnsanın yeryüzündeki konumunu Kur’an açısından belirlemeye çalışan Muhammed Abdullah Dirâz Kur’ân Ahlâkı adlı eserinde (bk. bibl.) bir inanç, akıl ve irade varlığı, yapan-eden varlık, dolayısıyla bir ahlâk varlığı olarak insanî görevini açıklamak üzere yükümlülük, sorumluluk, yaptırım, niyet ve gayret kavramlarına hiçbirini ihmal etmeksizin başvurmak gerektiğini ortaya koymuştur.

İslâm’ın klasik tefekkür geleneğine göre yaratıklar içinde yalnızca yeryüzünde halife kılındığı bildirilen insan, kendisine verilen akıl sayesinde kendi insanî varlığında da tecelli eden hakikati kavrama gücüne sahiptir ve bu bilginin ışığında mümkün varlığına dönük benliğini aşarak kemale ermektedir. Onun kemal ufku fiilen olmasa da kuvve halinde meleklerden üstün bir seviyededir. Nitekim eşyanın isimleri başlangıçta meleklerden de önce insana öğretilmiştir (el-Bakara 2/31). İnsanın halifelik vasfına karşılık var oluşuna anlam katan diğer vasfı kul oluşudur. Kozmik varlık sıralanmasının en üstüne yerleştirilmiş olan insan, bu mertebeye getirilmesinden önce anılmaya değer bir varlık olmadığını, aslının toprak olduğunu bilmeli ve kendisini anılmaya bile değmezken meleklerden de üstün kılan Allah’a minnettarlığını göstermeli, O’nun buyruklarına kayıtsız şartsız boyun eğmelidir.

Bir Müslüman için en kâmil insan, vahyedilmiş ilâhî dinlerin de kemal ufku olan İslâm’ın peygamberi Hz. Muhammed’dir; İslâm da Allah’ın insanları yarattığı fıtrata paralel olan dindir (er-Rûm 30/30). Şu hâlde dindarlık insanın başlangıçtaki kendi tabiatına bir dönüş, insanî fıtratın farkına varış tecrübesidir. İnsanın manen ve ahlâken düşüşü ise fıtrattan uzaklaşması demektir. İnsanın ruhî ve aklî donanımı yeryüzünde bir yandan güzele, öte yandan yararlıya yönelen birtakım sanat ve tekniklerin icra ve icadına yol açmıştır. Bu etkinlik, esasen insanın hemcinsleriyle bir arada yaşama durumunda olmasının da gereğidir. Çünkü İslâm dini insanı yalnızca Allah’la ferdî ilişkisi içinde tanımlamakla kalmaz, onu içtimaî bir varlık alanı içinde yüksek değerleri hayata geçirmekle de görevlendirir. Esasen insanı bir ahlâk varlığı kılan da onun toplumsal bir canlı oluşudur (Eaton, s. 358-377).

Bu fikirlerin geliştirildiği disiplinler içinde kelâm ilmi öncelikle insanı Allah-kul ilişkisi açısından ele almış ve bu ilişkiyi kulların fiilleri, yani kader ve özgürlük problemi açısından açıklamaya çalışmıştır. İnsanın yükümlülük altında bulunuşu ve bunu yerine getirebilmek için gerekli olan imkân ve gücün ilâhî kudrete ve yaratmaya nispeti teolojik perspektiften ele alınmıştır. Fıkıh ilmi insanı yaratanına, kendine ve yakın çevresinden başlayarak bütün insanlara ve tabiata karşı birtakım yükümlülükler taşıyan, buna uygun hak ve yetkilerle donatılmış bulunan sorumlu varlık ve hak süjesi olarak ele alır. Fıkıhta insanın ferdî ve içtimaî hayatına yön veren ve şekil yönü ağır basan normatif bir yaklaşım hâkim olmakla birlikte kural ve yaptırımlarda insanlığın genel tecrübe birikiminden hareket edildiği için tabiilik ve fıtrîlik sağlanmaya, dinî ve ahlâkî yön daima canlı tutularak dinî öğretinin diğer dallarıyla bütünlük kurulmaya çalışılır. Filozoflar ise “nefs” (ruh) kavramından hareketle insanın metafizik boyutunu, biyopsişik yapısını, bir akıl ve irade varlığı olarak mahiyetini ve eskatolojik âkıbetini incelemiş; en yukarıda peygamber olmak üzere insanı yaratılmışlar hiyerarşisinin üstüne yerleştirmiş; onu yalnızca “düşünen ve bilen canlı” olarak değil “yaratılışı gereği toplumsal ve siyasal canlı” olarak da tanımlamıştır. Tasavvufa gelince, zühd ahlâkı çerçevesinde niyet ve gayret kavramları üzerinde yoğunlaşmış, bir metafizik doktrin olmakla da “insân-ı kâmil” kavramını merkezîleştirmiştir. Tasavvuf doktrini açısından kâmil insan hem ilâhî tecellinin en yetkin mazharı hem evrensel insan idesi hem de âlemin var edilişindeki gayedir.[1]

İNSANLIĞIN KADIN VE ERKEK OLARAK YARATILMASININ HİKMETİ

Günümüzde sıkça kullanılan “Kadın–erkek eşitliği” tabiri yerine Kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğunu dillendirmek daha isabetli olsa gerektir. Zira fıtrat itibariyle birtakım farklılıklarla yaratılan iki ayrı cinsin eşitliğinden bahsetmek tutarlı olmaz. Hukukî anlamda hak edişleri yönünden erkek ve kadını kıyaslamayarak onların insan olmaları yönünden haklarının birbirine denk olduğu söylenebilir. Böylece Kur’ân’da kadın-erkek eşitliğinin olmadığı iddiasıyla Kur’âna yöneltilen eleştirilerin de delilden yoksun ferdî düşünceler olduğu ortaya çıkar. Kur’an’ın konuyla ilgili bakışına geçmeden önce şu sorularla bir alan tespiti yapmak yerinde olur.

Kur’ân kadını ve erkeği âdil bir hukuk sistemi içinde kendilerine ait haklarına kavuşturmuş mudur?

Kur’ân, hukuk açısından kadını nereden alıp, nereye getirmiştir?

Kadının Kur’an öncesi ve Kur’anla birlikte hak ve özgürlükleri kıyaslandığında kadın hakları yönünden nasıl bir durumdadır?

İslamın gelişiyle birlikte kadının ulaştığı hukukunda bir gerileme mi yoksa ilerleme mi kaydedilmektedir?

Konuya yaklaşırken bütün bu soruların cevapları aranması gerekir.

Erkeğin yaptığı her şeyin kadın tarafından yapılmasını isteyerek kadın-erkek eşitliğini aramak, başta kadına onun fıtratına aykırı olanı yüklemek demektir. Geçmişte kadının elinden alınmış haklarının geri getirilmesi konusunda Kur’ân’ın getirdiği değerler önemlidir. Günümüzde kadın-erkek eşitliğini savunanlar, kadınların erkeklerle her yönden eşit şekilde değerlendirilmesinin imkânsızlığını anlayınca pozitif ayrımcılıktan söz etmek durumunda kalmışlardır.

Şimdi konuya bir de Kur’an penceresinden bakalım. Kur’an başta kadın ve erkeğin yaratılışını ele almış, buradan onun sosyal ve dini hayatta hak ve hürriyetlerini izah etmektedir.

Yaratılış, Sosyal ve Dinî Hayatta Denklik

Kur’ân-ı Kerim, kadın haklarına bir cinsin sahip olduğu haklar gözüyle değil, insan hakları gözüyle bakmaktadır. Arap Cahiliye döneminde kadın hakları ihlâllerinin yanı sıra köle, cariye ve yetim hakları konusunda da büyük ihlâller mevcuttur. Köle ve cariyeler, insan haklarından mahrum sayılırdı. Kur’ân’ın Mekkî ayetleri, insana bakışla kadına bakışı beraber ele almış, onların hakkını savunmuştur. Güç ve kuvvete dayanan hâkimiyet anlayışında, güçsüzlerin hukuku güçlüler tarafından gasp edilmekteydi. Güç yerine hukukun egemenliğini amaçlayan Kur’ân ise, hak arayışında toplumda zayıflatılmış tabaka olarak bulduğu köle ve cariye arasında ayrım yapmadığı gibi, hakkı ellerinden alınmış hür kadınların haklarını büyük bir özveriyle savunmuştur.   Kur’an bu hakları şöyle beyan etmektedir:  "Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan eşini yaratan ve o ikisinden birçok erkek ve kadını (yeryüzüne) yayan Rabbinizden korkun…”

Ayette geçen “Bir tek nefisten”  ifadesi, erkek ve kadın olarak hepimizin Adem a.s.’dan, geldiğimizi,“…Ondan eşini” ifadesiyle Havva annemizin de Hz. Adem  ile aynı özden yaratıldığını anlatmaktadır. Burada  مِنْهَا ve مِنْهُمَا zamirlerinde anlaşılıyor ki;  erkek ve kadın insanlık ailesi “ikisinden” yaratılıp yeryüzüne yayıldığı gibi, Havva annemiz de “ondan” yani Âdem a.s. ile aynı özden, aynı nefisten yaratılmıştır. Yaratılışta eşitlik söz konusu olmakla beraber, insanlık tarihi hak dinlerle gelen ilâhî mesajlardan ayrılmakla bu denkliği anlamaktan uzaklaşmışlardır. Âdem a.s.’ın Cennet’ten çıkartılmasını kadına yükleyen, kadını ibadette ehil görmeyen, kadını şeytanla özdeşleştiren düşünceler ilâhî vahiyden uzaklaşma neticesi doğmuş ve kültürler tarafından doğruluğu yanlışlığı sorgulanmadan kabul görmüştür. Ayrıca kadına olumsuz bakışın kaynağı özden ayrılan dinlerde olduğu gibi kültürlerde de aranmalıdır. Kur’ân’ın bu konuda kültürde bulduğu yanlışlarla mücadelesi de dikkatlerimizi çekmektedir.   Hadislerde geçen, Havva’nın Âdem’in eğe kemiğinden yaratılması ifadesi ise, düz olmayan, eğri, düzeltilmeye muhtaç bir kemikten ziyade, Âdem’le aynı uzuvlardan yaratıldığını anlatan, sanat için onun bedeninden bir uzvun zikredilmesidir. Hadiste eğe kemiğinin kullanılması, daha sonra kadının ince ruhunu sembolize ederek, ona karşı davranışta kırıcı olunmaması gerektiği îmâ edilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber ayeti açıklamak için; muhataplarının o günkü kültürlerini göz önünde bulundurmuş ve Âdem’in bedeninin aynısını bir azası ile temsil ederek durumu örnekle açıklamaya çalışmıştır.

Hz. Peygamber dönemindeki tıp biliminin insan yaratılışını nasıl anlattığını bilemiyoruz, ancak insanın yaratılışını, onların kültür düzeylerini ve tıp konusunda ulaştıkları noktayı göz önünde bulundurarak anlatan Kur’ân, insanın yaratılışında onun neden yaratıldığını sormuş ve yine kendisi “Atılan bir sudan yaratıldı. Sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar.” cevabını vermiştir. Buradan anlıyoruz ki, Kur’ân’ın nüzul döneminde insanlar, insanın yaratılışı konusunda, meninin bel ve kaburga kemiklerinin oluşturduğu göğüs kafesi arasından çıktığı bilgisine vakıftırlar. Çünkü Allah bu malumatı tıp bilgisi vermek amacıyla değil, insanın neden yaratıldığı konusunda muhatabı düşünmeye davet ederek, yaratanının nelere kâdir olduğunu anlatmak için vermiştir. Hz. Peygamber de ayette yaratılışlarından bahsedilen ilk erkek ve ilk kadının yaratılışını, döneminde mevcut tıbbî kabulü sembolik bir kullanımla anlatmıştır.

Ayetlerin dikkatli yorumlanması konusunda DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Kararında şunlar tavsiye edilmektedir: “Kadın ile ilgili Kur’ân ayetlerini anlamada ve yorumlamada ayetlerin sosyo-kültürel nüzul süreci ve lâfzî anlamının yanı sıra hangi gayelerin esas alındığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca kadının sosyal ve hukukî statüsü konusunda daha ileri adımlar atılması Kur’ân’ın ruhuna aykırı değildir. Bunun yanı sıra Kur’ân’ın ana ilkeleri ve Hz. Peygamber’in kadın ile ilgili genel tavır ve prensipleri ışığında, cinsiyet ayrımını çağrıştıran, kadını kadın olduğu için aşağılayan ve temel hak ve hürriyetlerden mahrum bırakan bütün haber ve rivayetlerin ya özünden saptırılmış veya uydurma olduğu dikkate alınmalıdır.

Kadın Temasına Genel Bakış

Erkeği ölçüt olarak alıp, kadını ona göre değerlendirmek onun fıtratına aykırı sorumlulukla onu sorumlu tutmak haksızlık olur. Zira erkeğin yaptığı her işi kadının yapmasını savunmak, erkekte mevcut fiziki kabiliyetlerle kadını sorumlu tutmak olur ki, bu ölçü kadının aleyhine gerçekleşir. Yaratılışlarında birbirlerini tamamlayan fizikî güzelliklerle doğmuş olan insan cinsinden; erkekte rahim aramak ne denli tutarlı bir anlayışsa, kadında fiziki gücü, yük kaldıracak bir vücut direncini aramak da o denli tutarlı olur. Bu açıdan kadın erkek denkliği esasında ölçü, fizikî olmaktan ziyade insan fıtratına uygunluk ölçüt olarak alınmalıdır. Kadın-erkek, her ikisinin de hak ettiği hukuku elde etmesi ve fıtratına uygun haklarının korunması adâlettir ve dolayısıyla kadına davranışta denkliktir. Kadın ve erkek cinsinden ibaret olan insan, kendi cinsiyetini seçme hakkına sahip olamayarak dünyaya gelir. Kendi iradesiyle cinsiyetini seçme hakkına sahip olmadığı için, cinsiyetinin lehinde veya aleyhinde bir değerlendirmeye tâbi tutulamaz. Kendi cinsiyeti içerisinde Allah’ın verdiği istidat ve kabiliyetle sorumludur. O, cinsiyetinden dolayı horlanamaz, böbürlenemez, kendisinin kimliğini inkâr eder derecede karşı cinse olan özenti hırsına kapılamaz. Çünkü bu durum kapris veya hastalıktır.

Kur’ân-ı Kerim insanların üremesinde; ne anne–babanın, ne de doğacak yavruların cinsiyet seçme iradelerinin bulunmadığını bildirmektedir.   ”Allah dilediğine kız, dilediğine erkek çocuk verir. Veya dilediğine hem kız hem oğlan verir, dilediğini de kısır yapar…” Dünyaya gelen insanın değerlendirilmesi, cinsiyetiyle değil, davranışlarıyla yani salih amelleri ve huy halindeki kazanımlarıyla mümkün olur. Kadın olmak da, erkek olmak da yaratılışa uygunluk korunarak fazilet hâline gelir. Kur’ân’da Meryem ve mücadelesi ibretle anlatılmaktadır. İmran’ın hanımının yani Meryem’in annesinin ibadethaneye feda etmek üzere Allah’tan bir çocuk istemesi üzerine, doğan çocuk kız olur. Beklentisi erkek olan İmran’ın hanımı böylece ibadethaneye fedâ edilmesi gereken çocuğun erkek olması gerektiği halde kendisinin kız çocuğu olduğuna sızlanır. Buna rağmen Allah Meryem’i yetiştirip, Zekeriya a.s.’ın korumasına vererek, [bu niyete uygun olarak İmran’ın hanımının kızı Meryem’i ibadethaneye adaması konusunda onu muvaffak eder] Hadislerde geçen, Havva’nın Âdem’in eğe kemiğinden yaratılması ifadesi ise, yukarıda da belirtmiştik; düz olmayan, eğri, düzeltilmeye muhtaç bir kemikten ziyade, Âdem’le aynı uzuvlardan yaratıldığını anlatan, sanat için onun bedeninden bir uzvun zikredilmesidir. Hadiste eğe kemiğinin kullanılması, daha sonra kadının ince ruhunu sembolize ederek, ona karşı davranışta kırıcı olunmaması gerektiği îmâ edilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber ayeti açıklamak için; muhataplarının o günkü kültürlerini göz önünde bulundurmuş ve Âdem’in bedeninin aynısını bir azası ile temsil ederek durumu örnekle açıklamaya çalışmıştır.

Kur’ân’ın Kadına Bakışı

Erkek ve kadın cinslerinde yaratılan insanın, üreme ve yayılmasının hikmetini Cenab-ı Hak şöyle anlatmaktadır: “Ey insanlar biz sizi erkek ve kadın yarattık ve sizi kabilelere ve boylara ayırdık. Tanışasınız diye

İnsanların fazilet ölçüsü nedir? “…Allah katında en değerli olanınız, ondan en çok korkanınızdır…”

İnsan, yaratılıştaki cinsiyeti veya kökeniyle değil, yaşamındaki takvası ile değer kazanır. Ayette, insanın farklı cins ve etnik kökenlerde olmasının hikmeti de birbirleriyle tanışmaları ve kaynaşmaları olarak açıklanmıştır.

İşte kadın ve erkeğin hukuk noktasında değerlendirilmesinde esas alınacak taraf, fıtratına konulmuş kabiliyetler ve kabiliyetlerine paralel olarak yaptıklarından sorumlu oluşlarıdır. Bu konuda Sehmeranî şunları söylemektedir: “Erkeğe verilen güç üstünlüğüne karşılık, ondan bir yükümlülük, sorumluluk, mesuliyet üstlenmesi istenmiştir. Kadına karşı bu güç üstünlüğü herhangi bir imtiyaz değildir. Bu nedenle erkek mehir ödemek, ailenin nafakasını temin etmek, eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarının karşılanması, sorunların çözümü gibi görevlerle görevlendirilmiştir. Aile içinde en büyük sorumluluğu üstlenmek yine erkeğe düşmektedir.”

İslâmda kadın- erkek arasındaki âdil yapı konusunda yaratılıştan gelen fizyolojik ve psikolojik farklılıkların ötesinde kadın-erkek arasında bir ayrımın yapılmadığı sonucuna varan Din işleri Yüksek Kurulu Kararında ibadetlerde, ahlâkî değer ve faziletlerde kadın-erkek arasında bir fark bulunmadığını, insanlar arasında tek değer ölçüsünün takva olduğu bildirilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de “...Muhakkak ki Allah katında en değerli ve en üstün olanınız, Allah’ tan en çok korkanınızdır.” Buyurulmaktadır. Ayet dikkatli incelendiğinde  “faziletin” hem kadına hem de erkeğe şamil olduğu anlaşılır. Fıtratta var olan üstünlüklerdir ki, kadında olan erkekte olmaz, erkekte olan da kadında olmaz. Bu özellikler birbirini tamamlayan özelliklerdir. Aile yaşamında kadının birtakım hizmetler karşısında beyine minnettarlık duygusu içinde olduğu gibi, erkeğinde birtakım hizmetler karşısında hanımına karşı minnettarlık duygusunda olması gerekecektir. Kur’ân-ı Kerim, kadınla erkek arasındaki ilişkiye ahlâkî ve hukukî emirlerle âdil bir düzenleme getirmiştir.

İnsanın yaratılış gayesi, her iki cinsin kendilerine düşen görevi ifa edip, aralarındaki insicam ve kaynaşma ortamını tesis etmektir. Böylesine farklı fonksiyon ve yaratılışlara sahip olarak vücut bulmalarının ana gayesi, aile düzeninin sağlıklı bir şekilde kurularak; her iki cinsin karşılıklı hak ve ailevî yükümlülüklerini yerine getirme idrakı içinde olmaları ve soylarının devam etmesini sağlayıp yeryüzünde huzur ve sükûnun tesis edilmesine imkân verilmesidir… Eşler arasındaki münasebetlerde aranan denkliktir. Eşler bu denklik sayesinde huzur ve kaynaşma ortamına kavuşabileceklerdir. Zira aralarında zulüm gibi, sevgi ve münasebetleri yok eden, tahrip eden bir unsuru düşünemezler. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretini anlatan ayette bildirildiği üzere kadınlardan da bey’at alması, onun kadınlar için sosyal hayatta amaçladığı hedefini ortaya koymaktadır. Ümmetin işleri konusunda Hz. Peygamber’in danışacağı toplumun ayrılmaz bir parçası da kadınlardır. Bu sosyal anlaşmada kadınlar, Medine dönemi öncesinde bile yerlerini almışlardır.

İNSAN HAKLARI NELERDİR

Bu bölümde İnsanların İnsan Hakları ile ilgili ele aldığı hususları İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi nazarı ile ele alalım. İslamın ele aldığı İnsan hakları ile insan eli ile hazırlanan insan haklarını kıyaslama ve anlama idrakimiz kıyas yapabilsin. Amacımız İnsan Hakları Bildirgesinin kötülemek değil, insanların kendi idrakleri ile talep ettiklerini anlamaya yöneliktir.

10 Aralık 1948

Başlangıç
İnsanlık ailesinin bütün üyelerinin doğal yapısındaki onuru ile eşit ve devredilemez haklarını tanımanın dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu,

İnsan haklarını göz ardı etmenin ve hor görmenin, insanlığın vicdanında infial uyandıran barbarca eylemlere yol açtığını ve insanların korku ve yoksunluktan kurtulması, konuşma ve inanma özgürlüğüne sahip olacağı bir dünyanın ortaya çıkmasının sıradan insanların en yüksek özlemi olarak ilan edilmiş bulunduğunu, insanın zorbalık ve baskıya karşı son çare olarak başkaldırmak zorunda kalmaması için, insan haklarının hukukun egemenliğiyle korunmasının önemli olduğunu,

Uluslar arasında dostça ilişkiler geliştirmenin önemli olduğunu,

Birleşmiş Milletler halklarının, Birleşmiş Milletler Kuruluş Belgesinde, temel insan haklarına, kişinin onuruna ve değerine, erkekler ile kadınların hak eşitliğine olan inançlarını teyit ettiklerini ve daha geniş özgürlük içinde toplumsal gelişme ve daha iyi bir yaşam düzeyini sağlamaya kararlı olduklarını,

Üye Devletlerin, Birleşmiş Milletlerle işbirliği içinde, insan haklarının ve temel özgürlüklerin evrensel olarak saygı görmesi ve gözetilmesini sağlamayı taahhüt ettiklerini,

Bu hak ve özgürlüklerde ortak bir anlayışa sahip olmanın, bu taahhüdün tam olarak gerçekleşmesi için büyük önem taşıdığını göz önüne alarak,

Genel Kurul,
Bütün halklar ve uluslar için bir ortak başarı ölçüsü olarak bu insan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder; öyle ki,

Her birey ve toplumun her organı bu Bildirgeyi daima göz önünde bulundurarak, bu hak ve özgürlüklere saygının yerleşmesini amaçlayan eğitim ve öğretim yoluyla; ve hem üye Devletlerin halklarında hem de egemenlikleri altındaki halklarda bu hak ve özgürlüklerin evrensel ve etkin olarak tanınmasını ve gözetilmesini amaçlayan ulusal ve uluslararası tedrici önlemler alarak çaba göstersinler.

Madde 1
Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Madde 2
1.    Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.
2.    Ayrıca, bağımsız, vesayet altında ya da kendi kendini yönetemeyen ya da egemenliği başka yollardan sınırlanmış bir ülke olsun ya da olmasın, bir kişinin uyruğu olduğu ülke ya da memleketin siyasal, hukuksal ya da uluslararası statüsüne dayanarak hiçbir ayrım yapılamaz.

Madde 3
Herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır.

Madde 4
Hiç kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; her türden kölelik ve köle ticareti yasaktır.

Madde 5
Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza uygulanamaz.

Madde 6
Herkesin, nerede olursa olsun, yasa önünde bir kişi olarak tanınma hakkı vardır.

Madde 7
Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunmaya hakkı vardır. Herkes, bu Bildirgeye aykırı herhangi bir ayrımcılığa ve ayrımcı kışkırtmalara karşı eşit korunma hakkına sahiptir.

Madde 8
Herkesin anayasa ya da yasayla tanınmış temel haklarını ihlal eden eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yolundan yararlanma hakkı vardır.

Madde 9
Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.

Madde 10
Herkesin, hak ve yükümlülüklerinin belirlenmesinde ve kendisine herhangi bir suç isnadında bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından tam bir eşitlikle, hakça ve kamuya açık olarak yargılanmaya hakkı vardır.

Madde11
1.    Kendisine cezai bir suç yüklenen herkesin, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı, kamuya açık bir yargılanma sonucunda suçluluğu yasaya göre kanıtlanıncaya kadar suçsuz sayılma hakkı vardır.
2.    Hiç kimse, işlendiği sırada ulusal ya da uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan herhangi bir fiil yapmak ya da yapmamaktan dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye, suçun işlendiği sırada yasalarda öngörülen cezadan daha ağır bir ceza verilemez.

Madde 12
Hiç kimsenin özel yaşamına, ailesine, evine ya da yazışmasına keyfi olarak karışılamaz, onuruna ve adına saldırılamaz. Herkesin, bu gibi müdahale ya da saldırılara karşı yasa tarafından korunma hakkı vardır.

Madde 13
1. Herkesin, her Devletin sınırları içinde seyahat ve oturma özgürlüğüne hakkı vardır.
2. Herkes, kendi ülkesi de dahil, herhangi bir ülkeden ayrılma ve o ülkeye dönme hakkına sahiptir.

Madde 14
1.    Herkesin, sürekli baskı altında tutulduğunda, başka ülkelere sığınma ve kabul edilme hakkı vardır.
2.   Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan kaynaklanan ya da Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı fiillerden kaynaklanan kovuşturma durumunda, bu hak ileri sürülemez.

Madde 15
1.    Herkesin bir ülkenin yurttaşı olmaya hakkı vardır.
2.   Hiç kimse keyfi olarak uyrukluğundan yoksun bırakılamaz, kimsenin uyrukluğunu değiştirme hakkı yadsınamaz.

Madde 16
1.    Yetişkin erkeklerle kadınların, ırk, uyrukluk ya da din bakımından herhangi bir sınırlama yapılmaksızın, evlenmeye ve bir aile kurmaya hakkı vardır. Evlenmede, evlilikte ve evliliğin bozulmasında hakları eşittir.
2.    Evlilik, ancak evlenmeye niyetlenen eşlerin özgür ve tam oluruyla yapılır.
3.    Aile, toplumun doğal ve temel birimidir; toplum ve Devlet tarafından korunur.

Madde 17
1.    Herkesin, tek başına ya da başkalarıyla ortaklık içinde, mülkiyet hakkı vardır.
2.    Kimse mülkiyetinden keyfi olarak yoksun bırakılamaz.

Madde 18
Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğünü ve din veya inancını, tek başına veya topluca ve kamuya açık veya özel olarak öğretme, uygulama, ibadet ve uyma yoluyla açıklama serbestliğini de kapsar.

Madde 19
Herkesin kanaat ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, müdahale olmaksızın kanaat taşıma ve herhangi bir yoldan ve ülke sınırlarını gözetmeksizin bilgi ve fikirlere ulaşmaya çalışma, onları edinme ve yayma serbestliğini de kapsar.

Madde 20
1.    Herkes, barış içinde toplanma ve örgütlenme hakkına sahiptir.
2.    Hiç kimse, bir örgüte üye olmaya zorlanamaz.

Madde 21
1.    Herkes, doğrudan ya da serbestçe seçilmiş temsilcileri aracılığıyla ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir.
2.    Herkesin, ülkesinde kamu hizmetlerinden eşit yararlanma hakkı vardır.
3.    Halk iradesi, hükümet otoritesinin temelini oluşturmalıdır; bu irade, genel ve eşit oy hakkı ile gizli ve serbest oylama yoluyla, belirli aralıklarla yapılan dürüst seçimlerle belirtilir.

Madde 22
Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, toplumsal güvenliğe hakkı vardır; ulusal çabalarla, uluslararası işbirliği yoluyla ve her Devletin örgütlenme ve kaynaklarına göre herkes insan onuru ve kişiliğin özgür gelişmesi bakımından vazgeçilmez olan ekonomik, toplumsal ve kültürel haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir.

Madde 23
1.    Herkesin çalışma, işini özgürce seçme, adil ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.
2.    Herkesin, herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır.
3.    Çalışan herkesin, kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak düzeyde, adil ve elverişli ücretlendirilmeye hakkı vardır; bu, gerekirse, başka toplumsal korunma yollarıyla desteklenmelidir.
4.    Herkesin, çıkarını korumak için sendika kurma ya da sendikaya üye olma hakkı vardır.

Madde 24
Herkesin, dinlenme ve boş zamana hakkı vardır; bu, iş saatlerinin makul ölçüde sınırlandırılması ve belirli aralıklarla ücretli tatil yapma hakkını da kapsar.

Madde 25
1.    Herkesin, kendisinin ve ailesinin sağlığı ve iyi yaşaması için yeterli yaşama standartlarına hakkı vardır; bu hak, beslenme, giyim, konut, tıbbi bakım ile gerekli toplumsal hizmetleri ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ya da kendi denetiminin dışındaki koşullardan kaynaklanan başka geçimini sağlayamama durumlarında güvenlik hakkını da kapsar.
2.    Anne ve çocukların özel bakım ve yardıma hakları vardır. Tüm çocuklar, evlilik içi ya da dışı doğmuş olmalarına bakılmaksızın, aynı toplumsal korumadan yararlanır.

Madde 26
1.    Herkes, eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel öğrenim aşamalarında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleki eğitim herkese açıktır. Yüksek öğrenim, yeteneğe göre herkese eşit olarak sağlanır.
2.    Eğitim, insan kişiliğinin tam geliştirilmesine, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu yerleştirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki etkinliklerini güçlendirmelidir.
3.    Ana-babalar, çocuklarına verilecek eğitimi seçmede öncelikli hak sahibidir.

Madde 27
1.    Herkes, topluluğun kültürel yaşamına özgürce katılma, sanattan yararlanma ve bilimsel gelişmeye katılarak onun yararlarını paylaşma hakkına sahiptir.
2.    Herkesin kendi yaratısı olan bilim, yazın ve sanat ürünlerinden doğan manevi ve maddi çıkarlarının korunmasına hakkı vardır.

Madde 28
Herkesin bu Bildirgede ileri sürülen hak ve özgürlüklerin tam olarak gerçekleşebileceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.

Madde 29
1.    Herkesin, kişiliğinin özgürce ve tam gelişmesine olanak sağlayan tek ortam olan topluluğuna karşı ödevleri vardır.
2.    Herkes, hak ve özgürlüklerini kullanırken, ancak başkalarının hak ve özgürlüklerinin gereğince tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması ile demokratik bir toplumdaki ahlak, kamu düzeni ve genel refahın adil gereklerinin karşılanması amacıyla, yasayla belirlenmiş sınırlamalara bağlı olabilir.
3.    Bu hak ve özgürlükler, hiçbir koşulda Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı olarak kullanılamaz.

Madde 30
Bu Bildirgenin hiçbir hükmü, herhangi bir Devlet, grup ya da kişiye, burada belirtilen hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan herhangi bir etkinlikte ve eylemde bulunma hakkı verecek şekilde yorumlanamaz.

*Universal Declaration of Human Rights/Declaration Üniverselle des Droits de l’Homme. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948 tarihli ve 217 A (III) sayılı kararıyla benimsendi ve ilan edildi.

Kur’an’ın insan haklarına bakışı ile İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin insan haklarına bakışını kıyaslayarak ele alma hususunu değerli okuyucularıma bırakıyorum. Neticede kanaat hürriyeti ve değerlendirme konu edindiğimiz insanın kendisine kalmaktadır. Yoksa insan haklarını görmezden gelmek gibi bir niyetimiz asla yoktur. Olsa idi böyle bir yazıyı kaleme alma lüzumu olmazdı.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE YAŞANAN CİNNET HADİSELERİ

Pek çok örnekten birkaç tanesinin ibret için buraya alıyoruz.

İstanbul Sözleşmesi toplumun temeli olan aileleri yıkmaya devam ediyor.

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır’ sloganıyla batılın sözcülüğünü yapan kitlelere güçlü bir mesaj veren ibretlik bir olay daha yaşandı.
Bursa’da İstanbul Sözleşmesi sebebiyle evinden uzaklaştırılan bir aile babası, evde karısını başka bir erkekle zina yaparken yakalayınca dehşet saçtı. Bu kahredici olay, batıl sözleşmenin getirdiği ‘
Evden uzaklaştırma’ hükmünün, kadınların güvenliği için bir çözüm olmadığını bir kez daha ispatlamış oldu.

KARISINI BIÇAKLADI, İNTİHAR ETMEYE KALKIŞTI

Haçlı Avrupa Konseyi’nin aileleri yıkmak için ‘İstanbul Sözleşmesi’ adı altında piyasaya sürdüğü son yüzyılın en tehlikeli nifak projesi, toplumumuzu her geçen gün uçuruma sürüklemeye devam ediyor. Avrupa’nın haram hibelerinden fonlanan kişi ve kurumların ‘İstanbul Sözleşmesi Yaşatır’ hezeyanlarına tokat niteliğinde bir gelişme yaşandı.

Bursa’da 2 gün önce karısının şikâyeti üzerine evinden uzaklaştırma kararı verilen bir vatandaş, evde karısını başka bir erkekle zina yaparken yakaladı. Olay sırasında cinnet geçirip, karısını bıçaklayan, karısının zina yaptığı erkeği de öldüresiye döven vatandaş intihar etmeye kalkıştı.
[2]

KANUN TETİKLİYOR, KADINLAR ÖLÜYOR

Aile içinde yaşanan küçük çaplı anlaşmazlıklarda dahi evin babasını 6 ay yuvasından ayrı koyan, eve yaklaşmama cezası verilen erkeğe herhangi bir barınma ve psikolojik destek sağlanmayan, uzaklaştırma cezalarında şiddete dair herhangi belge aranmaksızın beyanı kabul eden hukuk garabetleriyle dolu 6284 sayılı kanunun ailelerde yol açtığı tahribat, geride bıraktığımız 2017 yılında daha da belirginleşti. Avrupa Konseyi Sözleşmesi hükümleri kopya edilerek 2012 yılında yürürlüğe sokulan 6284 sayılı kanundan önce, 2011’de 121 kadın hayatını kaybederken bu rakam geçtiğimiz yıl 409’a tırmandı.

“Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu” adlı feminist grubun yayımladığı verilere göre, kanunun çıktığı 2012 yılında 210 kadın öldürüldü. 2013’te 237’ye, 2014’te 294’e, 2015’te 303’e yükselen ölümlü vaka sayısı 2016 yılında 328’e fırladı. Cinnet yasası olarak tanımlanan 6284’ün 5’inci yılı olan 2017’de kadınların ölümüyle sonuçlanan olay sayısının 409 olarak ölçülmesi, 6284 vahametini gözler önüne serdi.

RAPOR HÂLÂ RAFTA

Başta 6284 olmak üzere aile kurumunu dinamitleyen süresiz nafaka ve çocuk haczi gibi hukuk garabetlerinin değiştirilmesini öngören 399 Sayılı Meclis Araştırma Komisyonu raporu ise hâlâ rafta bekletiliyor. 14 Mayıs 2016’da açıklanan ve aileyi yıkıcı kanun maddelerine dikkat çekilen meclis raporunun üzerinden 2 yıla yakın süre geçmiş olmasına rağmen yasal olarak hiçbir düzenlemeye gidilmedi. Kadın cinayetlerinde 4 kat artışa neden olan 6284 sayılı kanun, sözde kadın STK’larını ise ihya etti. Feminist kadın STK’larının başını çeken Mor Çatı’nın yurt dışı bağış gelirleri, 6284 sayılı yasanın çıktığı tarihten itibaren korkunç bir şekilde arttı. 6284’ün yürürlüğe girdiği 2012’de bağış geliri 516 bin 330 TL olan Mor Çatı’nın bağış geliri 2015’te iki kat artarak 1 milyon 15 TL’ye yükseldi. 6284’ten önce 2012’de projelerden sadece 220 bin TL gelir sağlayan Mor Çatı’nın 2015 yılında proje gelirleri 452 bin TL olarak kayıtlara geçti. İstatistikler, kanunun kadın ölümlerini ve sözde kadın STK’ların para musluklarını artırdığını ortaya koydu.

Aynı Zamanda Morçatı derneği (https://chrestfoundation.org/grants-awarded/?fbclid=IwAR0G1YID-oMmipkapi8pOWP7jr-TzVTIxNp-n2S219NEGkW47Xg5vufiEOg) Chrestfoundation tarafından yüklü miktarda fonlandığı linkte verilen sitesinin beyanları ile ortaya çıkmıştır. Bunun neresi kötü diyebilirsiniz, diğer fonlanan kuruluşların Türkiye aleyhine faaliyetlerde bulunan dernek ve yapılar olduğuna bakılınca çok da masum olmadığı görülecektir.

Türkiye'de besleme medyayı yüz binlerce dolar fonlayan ABD merkezli özel Chrest Vakfının kurucu Başkanı Lou Anne King Jensen 'Bağışlar için niye özellikle Türkiye seçildi?' sorusuna 'Türkiye'yi seçmek için kimse bizi ikna etmedi' dedi. Vakfın başkanının "Türkiye'deki insanları önemsiyoruz" sözleri ise terör örgütü YPG/PKK'yı Türkiye'ye karşı silahlandıran ABD'nin ne kadar 'hayırsever' olduğunu bir kez daha hatırlattı.[3]

Pek çok örnek var internet haberlerinde benzerleri görülecektir. Ahlaki yönü tüyler ürpertici boyuttadır.

EVLİLİK VE MAHREMİYETLERİ

İslâm’a göre nikâh ve aile müessesesi; nesil yetiştirmek, evlât terbiyesi, neslin muhafazası ve insanlık haysiyetinin korunması bakımından son derece lüzumlu ve vazgeçilmez bir değerdir.

İslâm bu değere o kadar ehemmiyet vermiştir ki, onu yok etmeye kasteden çürük ve sefil münasebetleri tamamen reddetmiş ve haram kılmıştır. Bu itibarla “zinâ” fiilini, en ağır bir şekilde yasaklamış ve ona yaklaştıran bütün kapıları da kapatmıştır. Zira o çirkin hâl; nikâhın zarafet, nezahet ve meşruiyetine çılgınca bir saldırış ve nesilleri yok eden acımasız bir cinayettir. Nikâh gibi bir saadet ve huzur dünyasını, fuhşun murdarlığına değişmek kadar büyük bir gaflet, cehâlet ve ahmaklık olamaz.

Evlilik, hem bedenî bir ihtiyaç, hem de mânevî gelişimin esaslı bir zeminidir. Zira evlilik, nefsânî arzuları meşrû ölçü ve gâyelerle idealize ederek hayırlı nesillerin yetiştirilmesine vesîle olur. Cenâb-ı Hak, bu hususla ilgili olarak bizlere:

“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 74) duâsını telkin buyurmaktadır.

Bir hanımın en kıymetli, hattâ paha biçilmez varlığı, iffetidir. Kadınlık şeref ve haysiyetini korumak, ancak iffet sâyesinde mümkündür.

Yüce dînimiz, kadının iffetine çok fazla ehemmiyet vermiştir. Meselâ Meryem Vâlidemiz, iffeti sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’de “İffetini koruyan Meryem” beyanıyla methedilmiş ve onun ismi tam 34 yerde zikredilmiştir. Kur’ân’da isminin bu kadar zikredilmesi, başka hiçbir kadına nasip olmamış bir şereftir. Bu da gösteriyor ki, bir kadını en değerli yapan hususiyeti, iffetidir. İffetin kaybedilmesi ise; insanlık haysiyetini zayi etmek ve diğer mahlûkatın seviyesine, hatta daha da aşağısına düşmek demektir.

İslâm, insanı huzur ve saâdete ulaştıracak bir aile hayatının şartlarını en güzel şekilde ve inceden inceye tayin etmiş ve Resûlullah’ın şahsında bizlere huzurlu bir aile yuvasının en mükemmel modelini sergilemiştir.

Hiçbir kadın, efendisini; validelerimizin Allah Rasûlü’ne olan sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir efendi de hanımını; Allah Resûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti ve nezâketi seviyesinde sevemez. Hiçbir evlât, babasını; Hazret-i Fâtıma’nın, babasını sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da evlâdını, Allah Rasûlü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.

Dolayısıyla İslâmî bir âile hayatının tesisi ve devamı için Allah Resûlü’nün müstesnâ güzelliklerle dolu aile hayatından hisseler almak zaruridir.

Meselâ Peygamber Efendimiz’in hayatında yokluk vardır, lâkin hiçbir zaman şükürsüzlük yoktur. Nitekim bir defasında çok sevdiği kızı Fâtıma arpa ekmeği pişirip kendisine getirdiğinde, Peygamber Efendimiz’in:

“Kızım, üç gündür babanın midesine giren ilk lokma bu olmuştur.” mukâbelesinde bulunması, O’nun gönül huzuruyla kanaat ettiği hayat şartlarına tipik bir misâldir.

Yine ümmetinin huzur ve saâdete kavuşması için çırpınırken; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) buyurmuştur. Fakat hiçbir zaman hâlinden şikâyet etmemiş, bilâkis dâimâ hamd, şükür, rızâ ve tevekkülün zirvesinde, huzur dolu bir gönül kıvamıyla yaşamıştır.

Unutulmamalıdır ki hayat, dâimâ düz bir çizgi istikâmetinde devam etmez. Zaman zaman iniş ve çıkışları olur. Gün gelir gönüller sevinç ve saâdetle dolar, gün gelir hüzün ve kederle gözyaşları sel olur.

Bu sebeple anne-babaların, yarının nesillerini şekillendirecek olan evlâtlarının yetişmesinde, onlara hayatın sadece tatlı yanlarını ve toz pembe manzaralarını göstermeleri büyük bir hatadır. Esasen bu, ilâhî terbiyeye de terstir. Zira öyle olsaydı, Cenâb-ı Hak en sevgili kulları olan peygamberlerini rahatlık içinde yetiştirir ve onlara hiç sıkıntı yüzü göstermezdi. Fakat Rabbimiz onları insanoğlunun karşılaşabileceği en ağır sıkıntı ve musibetlerle yoğurup olgunlaştırmıştır.

Meselâ Hazret-i Yûsuf’un (a.s.) önce kuyuya sonra da zindana atılmasını takdir etmiş, o mânevî medreselerde gönül âlemini tekâmül ettirdikten sonra Mısır’a sultan olmasını murâd eylemiştir.

Hazret-i İbrahim (a.s.) malı, canı ve evlâdı hususundaki zor imtihandan geçmeseydi, Cenâb-ı Hak ile dostluk makamına yükselebilir miydi?

Hazret-i Eyyûb (a.s.) uğradığı dert ve belâlar karşısında sabretmeyip de isyana düşseydi, “…Ne güzel kul!..” (Sâd, 44) hitâbına mazhar olabilir miydi?

Hazret-i Süleyman (a.s.) nâil olduğu büyük ilâhî nîmetlere sabredemeyerek şımarıp kibirlense ve kendine bir fazilet atfetseydi, “…Ne güzel kul!..” (Sâd, 30) iltifatına muhatap olabilir miydi?

Velhâsıl evlâtlarımızı yetiştirirken çile ve imtihanların da hayatın bir gerçeği olduğunu, bunlara da sabır ve tahammül göstermek gerektiğini öğretelim. Yavrularımıza sadece pembe bir dünya çizmeyelim.

Evlenmek istediği hâlde çeşitli imkânsızlıklar sebebiyle evlenemeyen mü’minlere yardımcı olmak, ictimâî hizmetlerin en mühimlerinden biridir. Bu hayrı işleme fırsatı yakalayan bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın emr-i ilâhîsine tâbî olarak büyük bir uhrevî kazanç elde etmiş olur. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lûtfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lûtfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)

Resûlullah da, bu ictimâî ibadetin kıymetini ifâde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“En fazîletli şefaatlerden (teşvik edilen amellerden) biri, evlilik hususunda iki kişiye aracı ve yardımcı olmaktır.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 49)

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri de, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:

“En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zira onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten, vesîle olana da bir ecir vardır.”

Lâkin bunu yaparken de evlenecek olanlar arasındaki küfüv, yani denklik mutlaka dikkate alınmalıdır. Bu denklik; zenginlik, görgü ve kültür beraberliği gibi çeşitli unsurlara bakılarak tayin edilmelidir.

Mevlânâ Hazretleri bu hususta şöyle buyurur:

“Zevc ve zevcenin birbirine benzemesi gerekir. Ayakkabı çiftlerine bir bak! Ayakkabının biri ayağına dar gelirse, ikisi de işe yaramaz.”

Evlenecek kimseler, eşlerini; sırf zâhirî güzellik ve zenginlik gibi geçici ve nefse cazip gelen sebeplerle tercih etmemelidirler. Yalnızca nefsânî arzu ve heveslerle gerçekleşen bir evlilik ekseriyetle muhabbet ve ülfet meyvesini hâsıl etmez. Çünkü böyle evliliklerde insanlar, umûmiyetle kendi nefsânî arzularının kölesi olurlar.

Dolayısıyla, evlenirken öncelikle îman ve ahlâk gibi temel mânevî vasıfları aramak gerekir. Bu hususta Resûlullah şöyle buyurmuştur:

“Kadın, dört şeyi, yani malı, güzelliği, soyu-sopu ve dindeki kemâli için nikâhlanır. Siz dindar olanını tercih ediniz ki elleriniz hayır görsün!..” (Buhârî, Nikâh, VI, 123; Müslim, Radâ, 53)

Hâlbuki günümüz insanı âdeta âhiretsiz bir dünya hayaliyle nefsânî arzularına sorumsuzca meylettiğinden, mâneviyattan ziyâde maddiyâta ehemmiyet veriyor. Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın değer ölçüsünün ne olduğunu unutuyor. Rabbimiz ise biz kullarına, ilâhî takdirinin neticesi olan yüz güzelliği, boy pos ve endama göre değil; kalplerimizin selîm, amellerimizin sâlih, ibadetlerimizin hâlis oluşuna göre değer vermektedir.

Sırf zâhir güzelliğine takılıp kalan kıymet hükümlerinin ne derece hatalı olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’de şu misalle anlatılmaktadır:

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. (Hâlbuki) onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir…” (el-Münâfikûn, 4)[4]

BİR ARAŞTIRMA SONUCU VE KADIN ERKEK İLİŞKİLERİ

ABD’de bir üniversitede yapılan özel bir deney,

500 öğrenciden oluşan gönüllü grubu,250 kız ve 250 erkek öğrenci seçilir. Yaşları birbirlerine yakındır.

Deneyi planlayan hoca kız ve erkeklerden bir kız bir erkek olmak üzere 250 çift oluşturmalarını ister.

Çiftler karşılıklı sandalyelere oturacaklar, dizleri birbirine temasa yakın olacaktır. Hoca çiftlere 5 dakika süre ile başka hiçbir yere bakmadan, herhangi bir şeyle meşgul olmadan göz göze bakışmalarını ister. 5 Dakika bittiğinde sandalyelerinizi ve yönünüzü bana çevirin der.

Bu deney uzun soluklu bir deney olup sonuçları daha sonra açıklayacağını bildirir. Yaklaşık 5 yıl süren gözlem sonucu aşağıdaki gibidir.

Deneye katılan 250 çift arasında büyük bir oranda aralarında uzun süren dostluk ve arkadaşlıklar yaşandığı ve deneye katılan 250 çiftten yaklaşık yarısının bu sürede ilişkilerinin evlilikle sonuçlandığı gözlemlenmiştir.

SOSYAL MESAFE KURALLARI NELERDİR.

İnsanlar birbirilerine karşı olan duyguları itibariyle aralarına belirli bir mesafe koyarlar. Bu mesafeler dört bölgede düzenlenir.

Mahrem Alan

0-25 cm

Aslında hepimizin çitlerle çevrili dünyası vardır ve biz sadece istediğimiz kişileri bu çitlerden içeri alırız. Mahrem alan işte bu çitlerden bir kişiyi yakınımıza alabileceğimiz en son noktadır.

Kişisel Alan

25-100 CM

İki arkadaşın konuşurken korudukları alandır. Kişisel alana mesai arkadaşlarımızın, sevdiğimiz insanların ve üstlerimizin girmesine izin veririz.

Sosyal Alan

100-250 CM

Partiler, toplantılar, spor müsabakaları gibi sosyal etkinliklerde tanımadığımız ya da samimiyetimizin az olduğu insanlarla bulunduğumuz alandır.

Genel Alan

250 cm’den sonrası

Birbirini hiç tanımayan insanların imkanlar dahilinde korumaya çalıştıkları alandır. Örneğin; kalabalık bir gruba hitap ettiğimizde paylaştığımız mesafe

AİLEDE AHLAKİ VE İMANİ SORUNLAR

İnsanın varlığının başlangıcından beri aile, toplumun vazgeçilmez bir kurumu olmuştur. Aile, insanın biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarının karşılandığı ilk yerdir. Ayrıca dini, ahlaki, kültürel değerleri aktarma göreviyle bireylerin sosyalleşmesinde etkin rol oynamaktadır. Bu nedenle sağlıklı toplum için sağlıklı aileler gereklidir. Aile bireyin sosyalleşme aşamasında değerleri aktarma işlevini sağlıklı bir şekilde yerine getirdiği takdirde, toplumsal alanda işlenecek olan suçların önlenmesine büyük oranda katkıda bulunacaktır. Modernleşme, hızlı kentleşme, teknolojik gelişmeler; değişim ve dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bu süreçte ortaya çıkan değer kaybı, bireycilik anlayışı ve kültürel yabancılaşma, aile kurumunu olumsuz etkilemiştir. Karşılıklı ilişki, fedakârlık ve anlayışa dayalı olan aile kurumunda değerlerin zarar görmesi, ailede sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Değişim, gelişim ve dönüşümün hızla yaşandığı günümüzde, değişim ile birlikte aileyi ayakta tutacak ve koruyacak temel kural ve değerleri tespit etmek önem arz etmektedir. Çünkü değerler insanın davranışlarına rehberlik etmede ve sosyal ilişkilerin temellenmesinde hayati fonksiyona sahiptir. Dahası, değerlerin aileyi bütünleştirme ve ortak amaç etrafında birleştirme özelliği de bulunmaktadır. Dini, ahlaki değerler aile ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde yürümesine katkı sağlamaktadır. Aile ilişkilerinin şefkat, merhamet, sadakat gibi değerlerle temellenmesi, ailenin işlevini daha kolay yerine getirmesine yardımcı olmaktadır. Ayrıca dini, ahlaki değerler, ailede karşılaşılan sorunların çözüm aşamasında da önemli bir yere sahiptir.[5]

Ahlâk, kişinin iyi ve kötü olarak nitelendirilmesine neden olan manevi nitelikler ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütünüdür. İslam filozofları huy, tabiat ve karakter anlamına gelen, “hulk” kelimesinin çoğulu olan ahlâkı; nefiste yerleşik olan yatkınlıklar olarak tarif ederler. Terim olarak ahlak; dini, felsefi, sosyal ve kültürel bağlamda insanların davranışlarında doğru ve yanlışın belirlenmesinde kabul edilen ilkeler sistemi, yargı veya inancı için kullanılmaktadır. Ahlak iyi bir yaşamın temelini teşkil eden inançlar bütünüdür. Ahlâk, insanın yapıp etmelerini, karakter yapısını, fiilleri ve bunlarla ilgili değerlendirmelerini yönlendiren toplumsal kuralları, insanın iradi eylemleriyle ilgilenen pratik ve teorik alanı ifade eden kavramdır. İslam, inananlara dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmanın yollarını gösterir. Ahlâk, bu sistemin öngördüğü hayatın özünü oluşturur. Tabiatüstü bir kaynaktan geldiği için, islam ahlâkı ilahi bir özellik taşır ve ahlâkî kuralların akıl, muhakeme ve mistik uygulamalarla güçlendirilmesini sağlar. Ahlâk dinden ayrı düşünülemez. Dinden ayrı medeni bir ahlâk düşüncesi, toplumsal sorunlara yol açar. Bazı aydınlara göre dinden ayrı ahlâk, ahlâkın yokluğu demektir. İslam ahlâkının ilk kaynağı Kur’an, ikinci önemli kaynağı da Hz. Muhammed’in hadisleri ve sünnetidir. Hz. Muhammed (s.a.v), peygamberliğinden önce eminlik, güvenilirlik, dürüstlük gibi erdemlerle üstün bir ahlâka sahipti. Herkes tarafında güzel ahlâklı olmasıyla tanınıyordu. Hz. Muhammed (s.a.v) İslam ahlâkını yaşama hususunda insanlara örnek olmuştur. İslam dininde ahlâk kurallarına uymak, toplumsal düzenin sağlıklı olmasını sağlamanın yanı sıra kişinin doğru inanç ve temiz yaşayışıyla Allah’ın rızasını kazanması hedefi de vardır. Bütün insanların yapacağı iyilikler (farzlar) yanında, yerine getirilmesi kişinin faziletine bağlı hayırlar da bulunur. Bu yönüyle dinamik yapısı bulunan islam ahlâkı; maddi, psikolojik ve zihni bakımdan her insanın kaygı ve özlemlerini dikkate alarak, içinde bulunduğu durumdan daha iyi olana yükselme fırsatı veren kapsamlı ve uyumlu bir ahlâktır. İslam, ahlâk ilkelerini emreder. Dinin emirlerini yerine getirenlere sevap, getirmeyenlere ceza verilmesi bu ilkelerin davranışa dönüşmesini kolaylaştırmaktadır. Değerin davranışa dönüşmesi bakımından islam, niyetin de düzgün olması gerektiğini belirtir. “Ameller niyetlere göredir.” Hadis-i şerifi niyetin, davranış kadar önemli olduğunu belirtmektedir. Örneğin bir kişinin davranışı güzel görünebilir ama o eylemi ahlâksız, kötü niyetini hoş göstermek, gizlemek için yapıyor olabilir. Bu nedenle davranıştan önce kişinin niyetinin ahlâkî olması önemlidir. Ahlâk, öğrenilen iyilik ve kötülükle ilgili değerlerin yaşanmasıdır. Ahlâk kuralları insanın fıtratındaki kötülük yönünü kontrol altına alırken, iyilik yönünü de geliştirir. Kur’an ve sünnet ahlâkı, nefsin kötü arzularını dizginlerken, insanın fıtratını öfke ve şiddetten koruma manasına gelen hilm ve şefkati tavsiye eder. Halbuki kadını şiddetten koruyacağına inanılarak kabul edilen İstanbul Sözleşmesi ahlaki mahiyetten uzak, salt şiddet karşıtı katı yapısı ile şiddeti azaltmak şöyle dursun, yürürlükte olduğu sürede şiddeti, kat be kat artırmış ve her kesimin tepkisini çekmiştir. Halbuki İslam; Ahlâk kurallarını ve değerleri bireyin ve toplumun hayatını düzenleyerek, bireye daha istikrarlı bir yaşam sağlar. Ortak değerler, farklılaşmayla ortaya çıkan çatışma ve gerilim potansiyelini düşürerek, şiddetin ortaya çıkmasını engeller. Ayrıca ahlâkî değerler bireylerin sağlıklı ve dengeli bir kişilik oluşturmasına yardımcı olarak, bireylerin doğru ve erdemli davranışta bulunmasını sağlar. Bireyin günlük hayatta sergilediği davranışların altında ahlâkî değerler yatar. Bu açıdan ahlâkî değerler ümitsizlik, şiddete başvurma gibi olumsuz davranışları önleyecek yapıya sahiptir. İnsan, nasıl davranması gerektiğini ilk olarak ailesinden öğrenir. Ahlâk da aile içinde, gelişim aşamalarıyla öğrenilir. Tanımlardan da anlaşılacağı üzere ahlak; huy ve karakter gelişimini etkilemektedir. Ahlakın ihmali, bireyin karakter ve davranışları üzerinde olumsuz etkilere neden olmaktadır. Bu nedenle aile kurumuna büyük görev düşmektedir. Başlangıçta rol model anlayışıyla uygulanan ahlaki davranışlar, sürekli tekrarlandığında kişi tarafından değer olarak içselleştirilir. İçselleştirilen bu değerler beraberinde bazı insanların iyi huylu ve ahlaklı olarak nitelendirilmesini sağlar. Örneğin iyi huylu insanlar merhametli, şefkatli, affedici, doğru ve dürüst olma gibi özelliklere sahiptirler. Bu özelliklerinin yanında empati duyguları gelişmiş olduğu için öfkelerini kontrol edebilirler. Ayrıca bu değerler kişinin sağlıklı bir aileye sahip olmasında ve aile iletişiminde önemli bir yere sahiptir. Ahlak insanın zayıf yönlerini, duygu ve davranışlarını terbiye ederek insanı iyiye yönlendirir. Bu nedenle insanın öfke, inatçılık, kibir, hırs gibi zaafların tanıyıp, tabiatında bulunan iyi yönleri ortaya koyabilmesi için ahlaki kurallara ve değerlere ihtiyacı vardır. Çünkü ahlaki kurallar, kişinin isteği ve iradesiyle iyiyi tercih etmesine yardımcı olmaktadır.[6]

Okuyucularımız İslami kimliğe sahip kişilerin ahlaki yapısını sorgulayacaklar ve yazımıza itiraz edeceklerdir. Halbuki konu çok derin ve islami yaşamın her alana yayılamaması ve eğitimin temelinden çıkartılması sonucu görülürse problemin kaynağına ulaşılacaktır. Eğitimdeki problem, aile, okul, sosyal yaşantı gibi pek çok kurumu yerle bir ettiği ve acilen çözüm bulunması gerektiği zorlanmadan anlaşılacaktır. Bir kısır döngüye dönüşen sancılı eğitim konusu insan fıtratını bozduğu gibi aile ve insan ilişkilerini de sarsmış, yerle bir etmiştir. Batıdan alınan eğitim teorileri tamamı ile çökmüş ve kenara itilen İslami yapıyı acilen gündeme almamızı zorunlu hale getirmiştir.

SADAKAT NEDİR

Sadâkat; Dostluk, vefâkârlık, içten bağlılık, doğruluk, yürek doğruluğu anlamına gelir. Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetten önce de mürüvvet itibârıyla kavminin en üstünü, soy itibârıyla en şereflisi, ahlâk bakımından en güzeli idi. Komşuluk hakkına en ziyâde riâyet eden, hilim ve sadâkatte en üstün olan, emniyet ve güvenilirlikte en önde gelen, insanlara kötülük ve eziyet etmekten en uzak duran, O idi. Hiç kimseyi kınayıp ayıpladığı, hiç kimseyle münâkaşa ettiği görülmemişti. Öyle ki Cenâb-ı Hak bütün iyi haslet ve meziyetleri O’nda topladığı için kavmi kendisine «el-Emîn» vasfını vermişti.

Bugüne kadar kurulmuş bütün medeniyetlerde, bütün hukuk sistemlerinde ve dinlerde; toplumsal hayatı, birlik ve beraberliği, toplumsal barışı ve huzuru sağlamaya yönelik düzenlemelerin esas konusu aile olmuştur. Aile kurumu içinde bulunduğu psiko sosyal, ekonomik, kültürel pek çok değişkenden etkilemektedir. Özellikle sanayileşmeyle birlikte geleneksel aile yapısından modern aile yapısına geçilmiştir. Köy toplumundan kent toplumuna geçiş ve üretim biçimlerinin çeşitlenmesi toplumsal ilişkileri de derinden etkilemiştir. Toplumsal değişim ve dönüşüm süreci, ailenin yapısı ve işlevleri üzerinde birtakım olumsuz etkilere sebep olmuştur. Bu olumsuz sonuçların ortaya çıkardığı aile içi sorunların başlıcaları; boşanma, aile içi şiddet, aldatılma/sadakatsizlik, kuşaklararası çatışma, çocukların ihmal ve istismarıdır. Bunların yanı sıra aile bireyleri ekonomik nedenlerle ve sorumluluklarını yerine getirmeme nedeniyle de sorun yaşamaktadır. [7]

Halbuki evlilikler sadakat yemini ile başlayıp belli bir süre sonra istisnalar hariç yukarıda değindiğimiz sebepler bahanesi ile sadakatsizlik toplumun en büyük hastalıklarından olmuştur.

Türkiye’de aile içi sorunların neler olduğuna yönelik yapılan araştırmalar; en temel aile içi sorunların başında aile içi iletişimsizliğin geldiğini (%42,3), sonra sırasıyla aldatma/sadakatsizlik (%30,5), boşanma (10,4), şiddet (9,1) olarak tespit etmiştir. Aynı zamanda sosyal değişme sürecine uyum sağlayamama, kadının çalışmasıyla iş yükünün artması, eşler arası iletişimsizlik, maddi sıkıntılar, rol karmaşası yaşanması gibi nedenlerde ailede sorunlara sebep olmaktadır. Kitle iletişim araçlarında yayınlanan gayri ahlâkî ve insanları tüketime yönelten programlar toplumun sosyo kültürel ve ekonomik yapısını etkilemektedir. Toplumun en küçük kurumu olan aileye bu durumun olumsuzlukları yansıdığı takdirde eşler arasında sorunlar, tartışmalar baş göstererek sonuç boşanmaya kadar gidebilmektedir. Bu durum sadece eşler arasındaki ilişkiyi değil, ebeveyn çocuk ilişkisini de olumsuz etkilemektedir. Ekranda izlenen sanal gerçekliğin, içinde yaşanılan toplumun gerçekleriyle özdeşleştirilmesi veya sanal olanın, gerçeğin yerine konulması birtakım sorunların ortaya çıkmasına sebep olabilmektedir. Televizyonda yayınlanan gayri ahlâkî, çatışma ve şiddet içerikli programlardan çıkarımda bulunan kişilerde; şüphecilik, ümitsizlik, korku duygusu, her şeyin kötü gittiği düşüncesiyle yılgınlık ya da izlediği çirkin davranışlara karşı duyarsızlaşma ve kanıksama durumu görülebilmektedir.[8]

Görüldüğü üzere sadakatsizlik çok büyük bir orana sahiptir. Bunun sebebi ise ahlaki yozlaşma ve haramlara karşı duyarsızlık ve dini hafife almaktır.

MAHREMİYET NEDİR

Mahrem kelimesi Arapça "haram" kelimesinden gelmektedir. "Mahrum”, "hürmet", "muharrem", "tahrim" gibi kelimeler de aynı kökten gelirler. Yasaklamak, men etmek, mahrum etmek, mümkün olmamak, el sürmemek, herhangi bir şeyi terk etmek, kişinin namusunu koruduğu yakınları, saygı gösterilecek şey; kadın ve kendileriyle evlenmenin haram olduğu yakın akraba gibi anlamlar içerir. Mahremiyet ise, aynı kökten gelip, gizlilik, bir şeyin (mahrem) gizli hali, bir şeyin gizli yönü demektir. Bir anlamda buna insanın dokunulmazlığı da denebilir. Mahrem ve mahremiyet kavramlarının, kadın erkek ilişkilerinde özel bir kullanım kazandığı, özellikle cinsel dokunulmazlık alanı anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Mahremiyet kavramının içerdiği alanın belirlenmesinde kültür faktörü önemlidir. Her kültürde bu alan farklılaşmakla birlikte varlığını sürdürmektedir. Ancak bu kavramın içeriğinin belirlenmesinde dinin en önemli belirleyici unsur olduğu gözden ırak değildir. Bir başka ifade ile, mahrem kelimesinden kastedilen özel durumlar, sadece bireyin kendisi için belirleyip orada bir muhtariyete sahip olduğu alanlar değildir. Bu aynı zamanda ilahi belirleyiciliğin önemli ölçüde egemen olduğu bir alandır.[9]

MAHREMİYET EĞİTİMİ NEDİR

Günümüzde mahremiyet eğitimi yerine daha çok cinsel eğitim kavramı kullanılmaktadır. Cinsel eğitim “çocuklara ve ergenlere kadın ya da erkek olma, kadın ya da erkek olmakla ilgili algılar, cinsiyete ilişkin rolleri kabul etme, kendi ve karşı cinsin özellikleri hakkında bilgi sahibi olma amacıyla verilen eğitimdir” şeklinde tanımlanabilmektedir. Bir başka tanımda ise cinsel eğitim “cinsellikle ilgili gerekli bilgileri öğrenme, olumlu duygu ve davranışları kazanma çabalarının tümü” olarak tanımlanmıştır. Tanımlardan anlaşıldığı gibi cinsel eğitim bireyin önemli bir ihtiyacını karşılama amacı gütmektedir. İnsanlar cinsellikle ilgili arzularını, heyecanlarını ve gerilimlerini uygun bir tarzda giderebilmeyi öğrendiği ölçüde, kendilerinden beklenen çalışma ve ilerleme görevlerini yerine getirmede başarılı olabilirler. Bu bakımdan cinsel eğitimin önemi yadsınamaz. Ancak cinsel eğitiminin bazı eksikliklerinin olduğu ileri sürülebilir. Şöyle ki; bireyin sadece cinsellikle ilgili bilgiler elde etmesi, kadın veya erkek rollerini tanıması, kadın ile erkek arasındaki davranışlarını düzenlemeye, makul, ahlaki bir düzleme oturtmaya yetmeyeceği söylenebilir. Bu yönüyle bakıldığında cinsel eğitimin cinsellikle ilgili kültürel, dini, ahlaki boyutu eksik bıraktığı anlaşılabilir. Bunun normal bir durum olduğu da savunulabilir. Ancak bugün Avrupa ve Amerika'da orta ve liseye giden çocuklarda meydana gelen bulaşıcı cinsel hastalıkların ve hamileliklerin çoğalmasıyla okullarda cinsel eğitim derslerinin, ivedi olarak yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı ileri sürülmektedir. Avrupa’daki ve Amerika’daki bu gelişmeler, ülkemizde de cinsel eğitimin yeniden ele alınması gerektiği düşüncesini güçlendirmektedir. Cinsel eğitimin dinin/kültürün bakış açısıyla mahremiyet eğitimine dönüşmesi gerekir. Bu gerekçelerden hareketle çalışmada cinsel eğitim yerine mahremiyet eğitimi tercih edilmiştir. Mahremiyet eğitiminin öneminden kaynaklı olarak ortaya çıkan bu durumun, din eğitimi bilimine yeni bir misyon yüklediği görülmektedir. Din eğitimi bilimi çocukların/gençlerin cinsel eğitimi ile yakından ilgilenmeli; cinsel eğitimin eksikliklerini gidermenin ya da bu eğitimi tamamlamanın çalışmalarını başlatmalıdır. Buna göre din eğitimi bilimi, mahremiyet eğitimini tanımlamalı, kapsamını ve önemini ortaya koymalıdır.[10]

Halbuki bahsimize konu İstanbul Sözleşmesi insan fıtratının dışına çıkarak sapık yönelimleri cinsel tercih olarak adlandırmakta ve insanları istismar etmektedir. Halbuki mahremiyet eğitimi yaradılışa uygun cinselliğin muhafazası ve her türlü tecavüzden korunmasını amaçlamaktadır.

Mahremiyet eğitimi, cinsel eğitimden daha kapsamlı bir kavramdır. Cinsel eğitim, çocuğun kendi cinselliğini tanıması, gelişim sürecinde cinsellikle ilgili yaşayacağı fiziksel ve duygusal farklılıkları öğrenmesi yanında, anne babasına sorduğu cinsellikle ilgili soru ve cevapları kapsar.  Mahremiyet eğitimi ise cinsel bilgilerin yanında daha çok kendisinin ve diğer insanlarının özelinin/özel alanının farkına varması, sosyal hayatın içinde kendi özel alanını koruması, diğer insanların özeline saygı duyması, kendisi ile çevresi arasında sağlıklı sınırlar koyması gibi bilgileri içerir. Mahremiyet eğitimi anne baba tarafından verilir. Bu eğitimin verilmesi çocuğun ruhsal ve cinsel açıdan korunması adına çok önemlidir. Çocuğa mahremiyet eğitimi verirken aşağıda belirtilen konulara dikkat etmekte fayda vardır.

1. Adım: Özel Alan Tanımlama

Çocuğun kendi mahremini, özel alanını koruyabilmesi için öncelikle bu alanı çocuğa tanımlamak gerekir. Vücudun kişiye özel olan bölgeleri, bu bölgelerin gizlenmesi gerektiği çocuğa iki yaşından itibaren yavaş yavaş anlatılabilir. Bu özel alan ailenin yaşadığı topluma ve sahip olduğu inanca göre değişmekle birlikte genel olarak cinsel bölgeleri kapsar. Her aile kendi inancına, düşüncesine göre çocuğun vücudunda mahrem alan tanımlayabilir. Bu alanın başkalarından gizlenmesi ve anne-baba ve doktorlar dışında bu bölgeye kimsenin dokunmaması gerektiği çocuğa öğretilmelidir.

Çocuk için tanımlanan özel alan aynı zamanda anne-babanın da özel alanıdır. Çocuk anne-babasının bu alanları görmek istediğinde aile izin vermemeli, bu alanların kişiye özel olduğunu belirtmeli ve kimseye gösterilemeyeceğini anlatmalıdır. Çocuğa cinsel organlar, ancak o sorduğunda onun anlayacağı dille ve yumuşakça anlatılmalıdır. Cinsel organlar çocuk sorduğunda anne-baba üzerinden değil, çocuğun kendi cinsel organları ya da kitaplar üzerinden öğretilmelidir. Bu şekilde yapıldığında çocuk, kendi özel alanını korumayı, başkalarının da özel alanlarına dokunmamayı ve bakmamayı öğrenecektir.

2. Adım: Odanıza İzin Alarak Girmesi Gerektiğini Öğretme

Çocuklara dört-beş yaştan itibaren anne-babanın odası kapalı ise odaya kapıyı çalarak ve izin alarak girmesi gerektiği öğretilmelidir. Çünkü bu oda anne-babanın özel alanıdır ve özel alanlara girişte izin alınır. Çocuğun odasına girerken kapısının çalınması çocuğa iyi bir model oluşturacaktır. Odaya izinsiz girdiğinde çocuğa, “Odamızda giyiniyor olabiliriz, bu yüzden kapı kapalı ise tıklatıp izin alarak içeri girmelisin şeklinde” açıklama yapılabilir.

3. Adım: Tuvaletin Kapısını Kapalı Tutması Gerektiğini Öğretme

Çocukların iki yaşında tuvalet alışkanlığını kazanması, en geç dört yaşında tuvalet sonrası temizliklerini yapmayı öğrenmesi beklenir. Anne-baba bu dönemleri dikkate alıp çocuğa tuvalet eğitimi verebilir ve eğitimin bir parçası olarak tuvalette yalnız olunması, başkalarının göreceği şekilde tuvaletini yapmaması gerektiği çocuğa anlatılabilir. Anne-baba belirlediği bu kurala kendisi uyarsa, çocuğun bu kuralı öğrenmesi daha kolay olacaktır. Çocuk oturak (lazımlık) kullanıyorsa, bu oturak evin ortak kullanım alanlarına konmamalı, tuvalet ya da banyoda kullanılmalıdır.

4. Adım: Çocuğun Özel Alanlarına Saygılı Olma

Çocuğu küçük yaştan itibaren çocukları başkalarının yanında giydirmemek, altlarını değiştirirken bile bir başka odaya götürmek çocuğun mahremiyetine saygıyı gösterir. ”Daha küçük” diye düşünerek çocuğu iç çamaşırına varıncaya kadar başkalarının önünde soyup giydirmek doğru değildir. Özellikle dört-beş yaşından sonra çocuğu iç çamaşırı ile yıkamak, iç çamaşırı çıkarırken ve temizlerken gözleri kısarak ya da başı hafif yana çevirerek o alana saygı gösterdiğimizi hissettirmek çocuklarda mahremiyet duygusunun gelişmesine katkı sağlayacaktır. Yedi yaşından sonra banyoda çocukların kendi mahrem alanlarını kendi temizlemelerine fırsat tanımak da mahremiyet duygusunun gelişimi açısından güzel olacaktır. Yine kardeşleri dört-beş yaşından sonra birlikte banyoya sokmamak, sokulması zorunlu olan durumlarda ise onları iç çamaşırları ile yıkamak gerekmektedir. Sağlıklı bir mahremiyet duygusu açısından çocuğun başkalarının önünde elbiselerini çıkarmaması, giyinip soyunmaması gerektiği ayda birkaç defa tekrar edilerek çocuğa hatırlatılmalıdır. Tabi ki anne-babanın da çocuğun görmeyeceği bir alanda giyinip-soyunması da çocuğun bütüncül bir mahremiyet duygusu geliştirmesi açısından önemlidir.

5. Adım: Çocuğun Cinsel Organlarını Sevgi Objesi Yapmama

Küçük çocukları cinsel organlarına dokunarak, onları konu yaparak sevmek doğru değildir. Çünkü bu durum, onların özel alanlarının ihlalidir. Çocuk bu şekilde hem mahremiyet ihlaline uğramış olur, hem de başkalarının özel alanlarının kullanılarak onlara şaka yapılabileceği inancını taşır. Ayrıca çocukları cinsel organlarını konu ederek sevmek, onları kendilerini kötü niyetli yabancılardan korumak konusunda etkisiz kılabilir. Çocuk, bir başkası özel alanına dokunmak istediğinde bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunun ayrımını yapamayabilir. Bu sebeple bezlemek, pişik kremi sürmek ve temizlemek durumlarında bile abartıya kaçmamak, aşırı baskı uygulayarak silmemek, çocuğun cinsel organlarıyla oynamamak daha doğrudur. Çocuğun cinsel organlarını şaka konusu yapmak, göstermesini istemek, onlara dokunmaya çalışmak çocuğun cinsel kimlik gelişimi açısından oldukça sakıncalıdır.

6. Adım: İlk Okulla Birlikte Özel Mekan Tanımlama

İlkokul dönemi ile birlikte çocuklar için evde bir çekmece ya da sepet belirlenip, çocuğa özel eşyalarını buraya koyabileceği söylenebilir. İlk başlarda çocuklar buraya gerekli gereksiz birçok şeyi koyabilir, ancak zamanla daha seçici davranacaklardır. Onun bu özel alanını anne-babanın izin alarak kullanması çocuğun özel alan düşüncesini pekiştirir. Ergenlik dönemi ile birlikte gençler, kilidi olan daha güvenli özel alanlar talep edebilirler. Ergenler yalnız kalmak isteyebilirler, çocukluk dönemine göre daha utangaç olabilir. Vücudunu anne-babasından gizlemek isteyebilir. Onların bu taleplerini normal karşılamak, özel alanlarına izinsiz girmemek, telefonlarını karıştırmamak, günlüklerini okumamak daha doğru bir davranıştır.

7. Adım: Ebeveynle ve Kardeşle Yatakları Ayırmak

Bebeğin yatağının anne-baba yatağından ne zaman ayrılacağı tartışmalı bir konudur. Kimi ebeveynlik ekolleri çocuğa dilediği kadar müsaade ederken, kimi yaklaşımlar ise daha katı bir yaklaşımla çocuğun odasının ve yatağının ayrılmasını savunmaktadır. Bu konuda genel yaklaşım şu şekildedir: Altı aya kadar çocuk annesi ile yatabilir. Altı aydan sonra ise annesi ile aynı odada yer yatağında ya da beşikte yatabilir. İki yaşla birlikte çocuk yavaş yavaş bağımsızlığını kazanır ve kendi başına yemek yemeye, yolda kendi başına yürümek istemeye başlar. Bu dönem gelişim olarak da çocuğun odasının ayrılabileceği bir zamandır. Ancak yalnızlık, anneden ayrılma, karanlık gibi konularda aşırı duyarlı ve kaygılı olan çocukların zorla yataklarını ayırmak doğru değildir. Öncesinde var olan kaygılar uzman yardımı ile giderilmeli, sonrasında yatak ayrımına gidilmelidir. Birlikte aynı yatakta yatan kardeşlerin yataklarını ise dört-beş yaşından itibaren ayrılabilir.

8. Adım: Kız ve Erkek Çocukların Odalarını Ayırma

Kız ve erkek kardeşlerin ilkokul dönemiyle birlikte odaları ayrılmalıdır. Çünkü beraber bulundukları odada, giyinip soyunurken, yatarken, temizlenirken birbirlerinin özel alanını ihlal edebilirler. Ayrıca okulla birlikte çocuklara vücudunun dışında iç çamaşırlarının belki de özel eşyalarının (günlük vb.) bulunduğu bir özel alan da gerekebilir. Bu alanın farklı odalarda olması daha doğru olacaktır. Yer darlığı gibi sebeplerle bu konu ertelenmemelidir. Gerekirse diğer bir odada bir köşe oluşturularak çözüm bulunmalıdır. ‘Onlar kardeş bir sorun olmaz’ diye düşünmek kadar, bu konuda aşırı kaygılı davranıp endişelerimizi çocuklara hissettirmek de sakıncalıdır.

9. Adım: Özel Alan İhlallerine Tepkinizi Belli Etme

Çocukla birlikte dışarıda gezerken veya televizyon izlerken aniden karşımıza mahremiyet ihlali içeren sahneler ve durumlar çıkabilir. Bu gibi durumlarda çocuğa bir şey demeden onun duyacağı şekilde mahremiyet ihlali yapan kişiye tepki belli edilebilir. Örneğin bir televizyon sahnesinde arkadaşlarının mahrem alanına şaka amaçlı dokunan kişiye seslice kızılabilir. “İnsanların özel yerlerine dokunulmaz” gibi cümlelerle tepki belli edilebilir. Böylece çocuk anne-babanın tepkilerini modelleyerek mahremiyet ihlallerine karşı duyarlı hale gelir. Çünkü çocuklar anne-babaların kendilerine değil de başkalarına verdikleri tepkiler yoluyla daha kolay öğrenmektedirler.

Mahremiyet eğitimini alan çocuklar kendi özel alanını bilir, bu alanını korur ve başkalarının özel alanlarına da saygı gösterir. Bu durum, aynı zamanda çocuğun sağlıklı bir kişilik gelişimine zemin hazırlar. Cinsel tacizlerin arttığı günümüzde çocukları korumanın ilk adımı onlara mahremiyet eğitimi vermektedir. Bu eğitim sayesinde onlar kendilerinin ve başkalarının özel alanını korumayı öğrenerek daha sağlıklı bireyler olabilirler.[11]

SONUÇ

Bugün vahyin çağın insanının ihtiyacına göre yeniden yorumlanması bir ihtiyaçtır. Dünün bilgi birikimiyle günü kurtarmaya çalışmak, insanların değişen sosyokültürel yapısını hiçe saymak, ilahiyat bilimlerinin işlevselliğini azaltacak belki yok edecektir. Oysa “bugün, sahih dini bilginin temel kaynaklardan yeniden elde edilmesi ve bu bilgilerin insan gerçekliğiyle, günümüz insanının hayatıyla, varlık gerçeğiyle irtibatlandırılarak onlarla bütünleştirilmesi gerekmektedir.” Bunu da ilahiyat bilimleri yapmalıdır. İkinci boyutta ise ilahiyat bilimlerinin ortaya koyduğu konu alanının öğretime nasıl konu edileceği kastedilmektedir. Din Eğitimi Bilimi ne dinden geleni göz ardı edebilir ne de çocuğun gelişimini esas alan eğitim bilimlerini. Bu yönüyle Din Eğitimi Bilimi dinin de çok önem verdiği mahremiyet alanı üzerinde düşünmek, öğrenme konusu yapmak, onunla ilgili nitelikli çalışmalar ortaya koymak durumundadır. Çünkü “din eğitimi bilimi dinin mahiyetine uygun olarak insan varlığının bütünü ile ilgilenir, insanın hayatını, hayatın bütünlüğü içindeki yeri ile ele alır.” Din eğitiminin bireyin bazı gelişim özelliklerini görmezden gelmesi, ihmal etmesi, kendi haline bırakması gibi bir işlevi olmamalıdır. Çünkü insanın yapısı bir bütünlük arz eder. Bu bütünlüğü koruyacak, geliştirecek eğitsel önlemlerin alınması gerekir. Nitekim “eğitimde asıl olan, ferdin bedeni ve ruhi bütün yetenek ve ihtiyaçlarının sıra ile değil, birlikte ele alınması ve uyum içerisinde doyurulup geliştirilmesidir.” Din eğitimi bilimi genel eğitimin bu amacına uygun olarak bireyin bir bütün olarak gelişmesine katkıda bulunmak için bireyin ilgi ve ihtiyaçlarından hareketle programlar, ilkeler, kuramlar ortaya koymak durumundadır. Din eğitimi bilimi, din eğitimi ile ilgili gerçeklikleri bilimsel olarak araştırır. Onu tesadüflere, kültürlenmenin gelişigüzel etkisine bırakamaz. Son yıllarda, din eğitimi biliminin katkılarıyla öğrenci merkezli yaklaşımlar, programlar geliştirilmiştir. Ancak ne var ki, ülkenin klasik eğitim anlayışı konu ve öğretmen merkezlidir, normatiftir. Bu anlayıştan din eğitimi de etkilenmiştir. Normatif din eğitimi anlayışına göre din eğitiminin bütün boyutlarında dinin kutsal metinlerinde ve geleneğinde yer alan normlar esas alınır. Esasen bu din eğitimi açısından gerekli ve önemlidir. Ancak bu yöntem tek taraflıdır, teoloji merkezlidir ve öğrenciyi zorlayıcı, kararını kendisinin vermesini engelleyicidir. Bu durum, din eğitimi uygulamalarında bilimsellikten uzak yaklaşımın olduğunu göstermektedir. Bunda geleneksel eğitimin de payı vardır Din eğitimi bilimi normatif yöntemi kullanarak mahremiyet eğitimini öğrenme konusu yapabilir mi? İlahi veya sadece klasik metinler ile mahremiyet eğitimi sağlanabilir mi? Bu sorulara teknik olarak evet denilebilir. Ancak günümüz eğitiminin veya din eğitiminin amaçlarıyla çok örtüşmediği düşünülmektedir. Çünkü “ilahiyatın ve din eğitimi biliminin sadece metinler ve tarih ile uğraşır durumdan kurtulup, bugünün insanı ile uğraşır duruma gelmesi” gerekir. Günümüzde “din öğretiminde, belletici ve baskı altına alıcı bir yaklaşımın yerini, konuları çözümleyici ve yorumlayıcı bir yaklaşım almalıdır.” “Hedef, eğitim olgusunun, öğrencinin, toplumun, zamanın ve çevrenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi ihtiyacını karşılamaktır.” Bu, açık toplum olmanın getirdiği zorunluluklar olarak da ifade edilebilir. Artık toplumlar birbirlerine açıktırlar ve birbirlerini etkilemekte ve birbirlerinden etkilenmektedirler. Bundan dolayı da din öğretiminde ezberletici, nakilci yaklaşımı bırakmak gerekir. Çünkü dünya ve insan değişmekte, dünkü problemlere yeni problemler eklenmektedir… Yetişmekte olan nesle sadece hazır kalıplar sunarak onların bu dünyada yaşamlarını başarılı bir şekilde sürdürmeleri beklenemez. Günümüz toplumları, sadece birtakım bilgi ve becerileri kazanmış insanların yanında, düşünebilen, üretebilen bilgiyi problemlere uygulayabilen ve problem çözebilen bireylere daha çok gereksinimleri olduğu gerçeği göz önünde bulundurmalıdır. Onun için, “eğer bir toplum özgür, eleştirici ve üretici şahsiyetler yetiştirmek istiyorsa okulda, öğrenenlere kendi kendilerine anlamlandırabilecekleri bir öğrenme alanı bırakmalı ve hayatta işe yaramayacak bilgileri en aza indirmelidir.

Bu çok yönlü etkileşimin aslında bireyin değerlerini oluşturması, benimsemesi, içselleştirmesi, kontrol etmesi, özgürleşmesi, ahlaklı görünmek yerine gerçekten ahlaklı olması anlamında ona birtakım avantajlar sunduğunu da şöyle ifade edilmektedir: “Kapalı toplumda çok etkili olan toplumsal kontrol, açık toplumda gücünü yitirmiştir. Ahlaki tutum ve davranışlar açısından kendisinden başka bir gücün onu kontrol etmesi, âdeta imkânsızdır (bu, aslında tamamen kötü bir durum da değildir). Yapılması gereken şey, bireyde iç kontrol mekanizmasını geliştirip devreye sokmaktır. Onun için çoğulcu toplumun dindar bireyinin, kendi değerlerini oluşturmuş ve o değerlere göre kendini yöneten/denetleyen, özgür, bağımsız bir kişiliğe sahip olması, yegâne çözümdür. Ancak böyle bir donanıma sahip bireyler, açık toplumda ahlaklı yaşama imkânına sahip olacaklardır.” Din eğitimi bilimi öğrenci merkezli bir yaklaşım ile mahremiyet eğitimini nasıl ele alacaktır? Din gibi, vahiy, sünnet ve gelenek gibi doğruluğu kabul edilmiş kuvvetli kaynakları olan bilgilerin öğrenci merkezli olarak düşünülebilmesi din eğitiminin neliğini ve nasıl olması gerektiğini geciktirmiştir. Hatta din eğitimi biliminin mahremiyet eğitimi ile ilgilenmediği de söylenebilir. Din ve mahremiyet arasındaki organik bağa rağmen bunun öğretime konu edilmesinin başka problemlere de işaret edeceği tahmin edilebilmektedir. Örneğin mahremiyet eğitimine seküler bir anlayış ile yaklaşmanın da dinin öğretisini anlamada zorluklar çıkaracağının belirtilmesi gerekir. Çünkü “seküler tecrübe, vahyin anlamını kavrayamamıştır.” Diğer taraftan mahremiyet eğitimi ile cinsel eğitim arasındaki ilişkinin veya farklılıklarının ortaya konmasının gerekli olduğu vurgulanmalıdır. Bu konu ise hem eğitim kurumlarının hem de ilahiyat kurumlarının birlikte çözebilecekleri çok önemli bir konudur. Yoksa bahse konu İstanbul Sözleşmesi içerikleri ve serbest bırakılması istenen cinsel tercihler toplumun dibine dinamit koymaktan öte bir anlamı olmayacak, sadece kadına şiddeti önlemek olarak anlaşılması istenen fakat ardında son derece tehlikeli kavramları barındıran fuhşiyatı önceleyen, hayatın cinsel tercihlerden ibaret olduğunu sanan seküler batı yaklaşımları toplumumuzu sarsmaya ve yaralamaya devam edecektir. Sözleşme iptal edilmiş, çıkılmıştır, fakat yan kolları faaliyettedir. LGBT dernekleri aile kavramının içini boşaltmak için canhıraş bir gayretle sokakları sarsmaktadır. Gerek medyadan, gerekse siyasi ayaklardan beslenen bu habis ur kesilip atılmalıdır.

Çareler bulunmalıdır.

Çare ise yukarıda belirtmeye çalıştığımız gibi, toplumun asli inanç ve aile yapısını ayağa kaldırmaktan geçmektedir.

 

İstatistikler

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 10:56
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 3475
İçerik : 645
Web Bağlantıları : 8
İçerik Tıklama Görünümü : 1748879